Takvimler Değişse de Kalamış’ta Fenerbahçe’de Huzur Değişmez

Beşiktaş’tan Kadıköy’e… Moda Sahil’inden Yoğurtçu Parkı’na… Kalamış’tan Fenerbahçe Parkı’na…

Vapurdan indikten sonra, Eski İskele’nin çıkışında, uzun bir süre ayaklarımın yere çakılı kalmış olduğunu, anlık yürüyemediğimi ve heyecandan kımıldayamaz halde denize dalarak rıhtımdan Haydarpaşa’yı, eskiden Et ve Balık Kurumu’nun olduğu yerden Kadıköy meydanındaki otobüs duraklarının olduğu geniş alana kadar uzayan kıyıyı, sonra çevrede birikmiş insan topluluklarını seyrettiğimi hissediyorum. Meğer ne çok özlemişim burayı.

Beyoğlu’na minnetle bakıyor fotoğrafını çekmek istiyorum.

Kadıköy

[📷 Kadıköy İskele Meydanı, (Nisan 2017).]

Bende bir neşe, bir sevinç! Şuraya otursam, öyle baksam ya diyorum. Hayır, oturmak istemiyorum. İçim kıpır kıpır; bir an evvel yürüyüşüme başlamak istiyorum. Derin bir nefes alıp, durup durup, hani ta Beşiktaş’lardan alıp bizi Kadıköy’lere taşıyan “Beyoğlu”nun bacasından çıkardığı dumanına ve öten düdüğüne “Oh! Oh!” nidasını ünleyerek tekrar ediyorum. Ama ne yapmalı, nereden başlamalı? Kafamda kıyıdan kıyıdan Fenerbahçe’ye gitmek var. Ada turumuzdan gelirken kafamda belirlemiştim güya.

Gelgelelim Kadıköy bu, insanın aklını çelmeye bire bir. Gel seni şöyle çarşı içine bir sokayım, Beyaz Fırın, Ankara Pazarı, Ayia Efimia Rum Ortodoks Kilisesi, Surp Takavor Ermeni Kilisesi, eski okulunun binası, çiçek pasajı, Gençlik Kitabevi yerli yerinde duruyorlar mı bir göstereyim, Mısır Çarşısı’nı, balıkçıları görmeden olmaz, belki oradan Caferağa’ya, Çarli’nin doğduğu Şifa’ya da bir uğrarız, hazır gelmişken Caferağa Spor Salonu’nda ağabeyinin boks maçına çıktığı günleri hatırlarsın, ya da Osmanağa Camisi’nin kıyıcığından yürür, Altıyol’a çıkartırım seni, Bahariye Yokuşu’ndan Moda’ya geçeriz… Bakalım o eski sinemalar, tiyatrolar yerli yerinde mi? Ama biliyorsun güldürü ustası “Arap Bacı”mız Tevfik Gelenbe’yi kaybedeli neredeyse on üç yıl oldu, adı yaşıyor bir sokak ismiyle… Belki diğer okullara da göz atmak istersin, eminim onların çoğunu da göremeyeceğiz ama… Ya da istersen Söğütlüçeşme’ye iner tramvay müzesine gider, bahçesinde şöyle bir iki tur filan atarız…

Bulursak tabii…

İnsan eksantrik varlıktır. Duygularına en çok etki eden şeyleri zihninde tekrar edip durur. Kadıköy’ü görünce benim de dimağımda boyuna çocukluk ve gençlik günlerim dönüyor. Oysa etraf ne kadar renkli. Renklere taksam ya kafayı. Renkli simalara, renk sedalarına. Bak nasıl da dönüyorlar!

Deyiş yerindeyse, aklım renkli bir hayhuy içinde bulunuyor şu anda. Bu etkiyle kararımı veriyorum; önce İnciburnu Feneri’ne yürüyeceğim. O mendirekte de çok güzel anılarım vardır. Sadece çapari sallayıp, istavrit tuttuğumu söyleyemem.

Saatime bakıyorum: 11:45! Beyoğlu’ndan ineli olup olacağı beş dakika olmuş. Sanki bana bir ömür geçmiş gibi gelmişti.

Rıhtımın motorları

Bu tesirle yürürken, rıhtımı, sahil yolunu ne güzel düzenlemişler böyle diye düşüncelere dalmışken, etraftaki kalabalığın daha da arttığını görüyorum. Şurası ne kadar gür bir ağaçlıktı, irili ufaklı tel kafeslerde kuşlar, kediler, köpekler, tavşanlar, insanı büyüleyen akvaryumlarda rengârenk, çeşitli türlerde balıklar alıcılarını beklerdi. Yeşil ve mavi sulara yansıyan motorlar kalkardı hemen şuradan. Çay bahçesi hem orada, hem şurada. Ya o camekan bölmeli, tütün kokan ve büyük laflara imza atmış kocaman tartışmalar altında şekerli tavşan kanı çaylar içilen çay bahçesi? Hani daha ağırlıklı solcuların takıldığı, ama bazen çekişmeli fraksiyon kavgalarına girişildiği, hatta olup olmadık zamanlarda illegal yayın, kitap şu bu var mı diye yapılan polis baskınları. Ne günlermiş… Motorlar yine var… Ama bunlar eskileri gibi değil. Modern motorlar, modern vapurlar… Son icat edilenler açıkçası benim sinirlerimi oynatıyor. Karaköy, Eminönü, Beşiktaş, Ada motorları, vapurları… İskeleye yanaşanlar, ahaliyi boşaltanlar, iskeleden yeni binecekleri alanlar.

İstanbul’un yeni icat vapurları…

Renkler ve Zevkler

Tam sırası! Hem de bundan daha münasip zaman olamaz. Fener’e eğrildiğim sırada şu renk sözcüğünü bir derinleştireyim dedim. Bir şeyin tasvirini yapmayı oldum bittim çok severim. Herhalde en fazla İngilizce dil eğitimi aldığım sıralarda bu sevgim derinleşmiş, gelişmişti. Zira şu İngilizce öyle bir dil ki adamlar her objeye, her duruşa, her renge, her sese, her ne varsa ona mutlaka bir sözcük iliştirmiş. Kompozisyonlar yazarken nerelere dalmazdım bu sözcükleri kullanacağım diye.

Kadıköy’den Karaköy’e, Eminönü’ne yaptığım yolculuklarda denizi hep yeşil ve mavi sularıyla, kimileyin de hele güz geldiğinde beyaz köpüklü mor, hırçın sularıyla anımsıyorum. Ama bu renkleri daha fazla Çengelköy’e ya da Beykoz’a giderken görürdüm. Yeşil, mavi, mor derken deniz bir de bakmışız simsiyah kesmiş. Sonra yine lacivert, gümüşi, kurşuni… Kadıköy’ün iç kısmında ve Bostancı’ya uzanan açıklarında bu kadar geniş renk yelpazesi olmazdı.

Hatırladığım kadarıyla Moda’nın, Fenerbahçe’nin, Suadiye, Caddebostan ve Bostancı’nın denizi hep yeşil, çağla bademi ve camgöbeğiydi. Daha dingin denizler olduklarından herhalde. Bu yüzden Boğaziçi’nde değil bizim kıyılarda yüzmeyi tercih ederdik.

Kadıköy’ün denizi, renk, alaca darlığına rağmen, ışık bolluğunda yüzerdi. Işıkların Üsküdar’dan, Kızkulesi’nden başlayarak sularda yansıyışı, sulara damla damla dökülüşü bir rüyanın geçit töreni olabilirdi ancak.

Zaten İstanbul renkler, ışıklar ve sular şehriydi. Henüz bir canavarmışçasına dört bir yanına, kıyılarına, korularına, ormanlarına, tepelerine, ıssız, bakir köşelerine yayılmamış bir şehir, ister inanın ister inanmayın, daha ışıklı daha renkliydi.

Bugün talihsiz gecekonduların, sarı ampullü kör ışıkları, boş yere göz çıkartmak isteyen floresanları, ‘ışıklar şehri’ne dair bir intibaı uyandırmıyor. Tersine ışıksız, ışıltıdan mahrum bir şehrin, tuhaf hüznünü yaşatıyor.

Sular çoktan bitti. Sular artık tek renk. Katledilmiş denizin çürük mavisi…

Gezintim dünya yolculuğundan farksız

Renklerle oynayışımı bir süre daha insanların giyimleri, şıklıklar, paspallıklar, seksapellikler, paçozluklar, çevreye yayılmış çiçekler, ağaçlar, nesneler üzerinde sürdürüyorum.

Giysiler, nar çiçeği, portakal, krem, beyazlar sanki daha hâkim, deve tüyü olanlar bile var, ama göze çarpan gülkurusu, koyu eflatuni, vişne çürüğü, gelincik alına benzer leylaki alacalar. Kahverengi, füme, haki, tirşe gibi koyu renkler de yok değil. Kara çarşaflıları zaten görmezden geliyorum.  Eşarbı sevmediğim gibi türbana da ifrit olurum. Hiçbir çekici tarafı yoktur yani. Ama ne çok sarmışlar İstanbul’umu! Her taraf böyle kızlarla dolu. Yazık, o güzelliklerini harcıyorlar resmen.

Bu arada benekli, allı pullu, kısa kollu, uzun kollu gömlekler, bluzlar. Boyunbağlı adamlar. Mini etekli hanım kızlar. Gözlüklü, gözlüksüz yüzler, kimi gözlerde değil saçlarda, ayrıca desenli taç takıştırmaları filan. Belli ki çiçekler Belediye’nin eseri. Sıralı, düzenli, bakımlı sarımsılar, kırmızımsılar, beyazımsılar. Ağaçlar da keza öyle, budanmış, canlı ve diriler. Manolya yaprağının koyu yeşili ve manolya çiçeğinin uçuk sarımsı beyazı. Hangi ağaç olduğunu çıkaramadım. Babamın bahçe derslerinden kaçtığım için botanik bilgim epeyce zayıftır. Tanıdıklarım sınırlıdır. Kiminde ateş kırmızısı çiçekler. Erguvanlar hep bildiğim gibi. Beyaz, leylak rengi, sarımsı akasyalar. Sümbüller, güller, laleler, hercailer ve daha kim bilir neler…

Mendirekte bir fener

Fener’in burnuna kadar yürüyorum. Bazı kayalıklarda ağır bir idrar kokusu. Daracık zeminde karşılaştığım gençlere bir ağabeyleri olmama ve sırtımdaki ağır yüke rağmen, yandaki kayalara sıçrayarak ben yol veriyorum. Olsun bana dağ, bayır, hep aynı kapı. Fener ile dertleşmek istiyorum. Maatteessüf o da tadilatta. İki usta çalışıyor. “Kolay gelsin” temennisinde buluyorum. “Sağ ol, hemşerim,” yanıtını alıyorum. Bakın nasıl da anladılar, hemşeri olduğumu. Tabii ya, has be has Kadıköylüyüz biz… Hem de kaç göbekten…

Nostaljik bir yer
[📷 İnciburnu Feneri, Kadıköy Mendirek, (Nisan 2017).]

Dönüşte…

Şurada bir zamanlar “Kadıköy Evlendirme Dairesi” vardı. (Öncesinde İnci Gazinosu olarak kullanılan mekân.) Anamla babam gibi kim bilir kaç Şakacı Sokaklı burada nikâhlanmıştır…

Artık Moda sahiline doğru ilerleyebilirim…
[📷 Bomonti Çay Bahçesi bu yönde miydi?]

Harika bir parkur yapmışlar; çok beğendim. Sağımda deniz, solumda yeşil park alanı. Bisiklet yolu ayrı. Oldukça sakin bir yol. Sevincim üçe dörde katlıyor. Ona buna çarpmadan, sürtünmeden yürüyebileceğim.

Kadıköy benim için, daha çok, Çarşı, Altıyol, Bahariye, Mühürdar, Moda ve Rıhtım demekti. İlk saydıklarım okulumdan (Kadıköy Özel Marmara Koleji) ve evin mutfak alışveriş işlerine gönderilmemden ötürü. Son sözünü ettiğim İskele civarı ve otobüsler, minibüsler meydanı ise yolculuklarımın ya başlangıcı ya da ara durağı olduğu, kuş parkında soluklanıp, çay bahçesinde tartışmalardan uzak gün öldürmek, mendirekte ya oturup denizi seyretmek ya da balık tutmak içindi… Altıyol’da, Halk Eğitim Merkezi’ne gitar kursuna giderdim. Sinema ve tiyatroları zaten ilave etmiştim. Ayrıca sokak kitapçılarına bayılırdım. Saatlerce iskeletsiz durur, kitaplara dalar, sayfalarını karıştırırdım.

Mazimde dolambaçlı sokaklar

Çocukluğumun Kadıköy’ünü, tıpkı bizim oralar gibi, hep bahçeler, ahşap evler, ahşaptan dantela oymalar, asmalı ve mor salkımlı sokaklar, gölgelenmiş arnavutkaldırımları olarak anımsarım. Bu muazzam, sakin ve hülyalı bir dünyadır. Herkes bu semtlerde birbirini tanır, yol boyu sık sık durularak, hal hatır sorulur, iyilikler, sağlıklar temenni edilir.

Babaannemin annesi, yani babamın anneannesi, Şerife Nine ile Hüsamettin Dede Söğütlüçeşme’de cumbaları olan ahşap bir evde otururlar biz de sık sık ziyaretlerine gelirdik. Ne çok severdim o evin tahtalarının yürürken çıkardığı gıcırdayan sesi. Bazen yatıya da kalırdım bu evde. Gecenin bir yarısı tuvalete kalkarım, gıcıııııır diye bir ses, eyvah derim ninem uyanacak; ama zaten o kalkmış, namazına durmuş, derin bir “ooh” çeker, hiçbir şey olmamış gibi yatağıma geri dönerim.

O zamanlar Kadıköy bugünkü gibi dev apartmanlarla donanmış değildi tabii. Caddelerde apartmanlar vardı ama, dört ya da bilemediniz beş katlı. Ara sokaklarda ahşap evlerin, kâgir evlerin huzuru sürüyordu. Ve olabildiğince çok ağaçlıktı semt. Özellikle kıyı şeridinde sakızçamları gözleri okşar, kışları da iğne yapraklarını dökmeyerek beni şaşırtırlardı. Koca koca akasyalar, atkestaneleri; akasyaların çiçek çanaklarında daima arılar yuvalanır vızıldanırdı. Arıları pek sevmezdim. Korkardım. Bugün de öyle. Balını yemeye doyamam ama bunlarla pek iyi geçindiğim söylenemez. Nasıl olur bilmiyorum ama, korktuğumu mu hisseder hayvancıklar illa beni dürtmek için üstüme üstüme hücum ederler. Öldürmeye kıyamam onları. Böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmem fakat sırf onlardan kurtulmak adına kaç kere denize atmışlığım vardır kendimi. Kestanenin ise beyaz, kandil kandil çiçekleri hep yukarılarda göğe yakındı.

Hemen her bahçede kırmızı, beyaz renkli dut, incir, şeftali, elma, çeşit çeşit erik ağaçlarına rastlanılırdı. İlkbahar gelince meyve ağaçları, bilhassa kiraz ağacı, pembe, kırmızı çiçekleriyle takvimlerde gördüğümüz resimleri çağrıştırırdı.

Moda

Park içi yolu takip ederek dizemli yürüyüşümü sürdürüyorum. Gözüm bazen maviliklerde, denizi seyrederek ilerliyorum, bazen de parkın yukarılarında, ağaçlıklı bölgelerde. O kiraz ağaçlarından acaba kalmış mıdır diye merak ederek. Ne güzel açarlardı, sarı ve kırmızı kirazlar verirdi. Sarı kirazı zaten 70’li yılların sonlarında bile göremez olmuştum.

Şu meşhur kaçamak yaptığımız günlerin Moda Çay Bahçesi hâlâ yerinde. Çok seviniyorum doğrusu. Aynı mantalite ile mi işletiliyor bilemiyorum. Gidip test etmem lâzım bir gün.

Bahçeler… Vişneçürüğü bahçeler… Mor salkımlı bahçeler… Ne çok özledim o bahçeleri bir bilseniz…

Park İçi Yolu’nun sonuna gelince anlıyorum ki Moda Deniz Kulübü’nün çevirdiği alan hâlâ koruma altında. Sıkıntı yok. Yeter ki bu kulüp yüzücüler yetiştirmeye devam etsin. Ben tırmanırım merdivenlerden çıkar, bulurum yolumu. İşte şimdi Ferit Tek Sokağı’na bağlantı yapan dar yolun gölge kısmından yürüyorum. Biraz sonra Moda Caddesi ile kesişen merdivenlerden aşağıya inecek ve eski Moda İskelesi ile göz göze geleceğim.

Sizi yine çocukluğuma götüreyim…

Çocukluğumdaki İstanbul’un denizleri adeta bambaşka iskelelerle kuşatılırdı. Vapurlar gelir gider, vapurlar gün boyu bizi gitmek istediğimiz kıyılara bir kargo gibi taşırlardı. Şimdi düşünmeden edemiyorum; bu vapurlarla ne çok iskeleye uğramışız! Kimisinde biz inmemişiz, başka yolcular inmiş, biz onları inerken ve diğerlerini binerken seyretmişiz, sonra vapur kalkmış ve bizi bir başka iskeleye götürmüş, belki o iskelede inmişizdir…

Kadıköy İskelesi benim hatıratlarımda en güçlü olanıdır. Martılarla, karabataklarla, Mehmet dedemle, ailemle belirir.

Moda İskelesi

Gelgelelim Moda İskelesi’nin yaptığımız yolculuklar bakımından benim hafızamda pek yeri yok. Aynı Kalamış İskelesi gibi. Ancak her gördüğümde yeniden âşık olurdum Moda İskelesi’ne. Yalnızlık hissi veren bir iskele gibi dururdu denize karşı. Öyle vakur, öyle mağrur. Beyazdı ve mavi çinileri vardı. Büyülenirdim o güzelliğine. Bugün restore mi ediliyor, söylendiği gibi restoran işletmesi mi var orada bilemiyorum, uzaktan pek seçemiyorum, ama artık uğramıyor vapurlar, oracıkta kendi kendine yapayalnız duruyor. Terk edilmiş hissi veriyor…

Moda’nın hemen karşısındaki Kalamış İskelesi ise çoktan yıkılmış, marina daha göze çarpıyor artık.

Kurbağalıdere

Yaklaşık bir saattir yürüyorum. Beni sahil boyunca Yoğurtçu Parkı’na götürecek bu şahane yolda bazen ağır, bazen yüksek tempoda yürüyorum. Az ötede çalışmaları görünce Kurbağalıdere yine yapmış yapacağını diyorum.

Zavallı kötü kokulu Kurbağalıdere, o zamanlar da Kadıköy’ünde yaşayanların aklını oynatır, sinirlerini gererdi. Kokusu ta minibüs caddesine kadar yayılır, eski büyük mezarlığı feci kokular basardı.

Yoğurtçu Parkı

Şimdiki arıtma işlemleri oldukça işe yaramış. Koku epeyce azalmış. Dere boyunca Yoğurtçu Parkı bana o kadar büyük geldi ki, bir uçtan diğer uca parkın içinden geçmek, gezintiye çıkmış olmak gibi bir şeydi. Bugün buraya gelmekle ne kadar iyi yaptığımı düşünüyorum. Hava güneşli ve sıcak olmasına rağmen park, ağaçların gölgesinden herhalde, hafif bir serinlik çökmüş, cıvıl cıvıl kaynaşıp oynayan rengârenk elbiseler içindeki küçük çocuklarla inanılmaz bir güzelliğe bürünmüş.

Her şey iyi güzel ve ben bir su molasıyla bedenime takviyede bulunuyorum. Güzel olmasına güzel de bu güzelliğe neden yoğurtçu denmiş onu da söyleyeyim. İçimde kalmasın. Yoksa böyle güzel bir parka bu absürt ad da nasıl yakıştırılmış demesin kimse. Eskiden Kurbağalıdere’nin denize döküldüğü semtin adı imiş. Hatta dereye bile bu kesimde Yoğurtçu Deresi diyorlarmış. Bizler ise, ben bildim bileli, hep Kurbağalı Dere dedik, zannımca kurbağalarından ve koyu yeşilimsi pis kokusundan dolayı. Burunlarımızı tıkar öyle geçerdik.

Sarı-lacivert futbol arenası
[📷 Kurbağalıdere Köprüsü; arkasında Fenerbahçe Stadyumu, (Nisan 2017).]

Kızıltoprak ve Suda Ölen Evler

[📷 Köprünün üstünden Kurbağalıdere, (Nisan 2017).]

Bensiz düğün olmaz…

İşte karşı kıyısına da geçmiş, bacaklarıma ayar veriyorum. Birkaç güzel kalıntı evi yakalayınca gururum okşanıyor, sevincim katlanıyor, her ne kadar terk edilmişlik duygusu ağır bassa da.

O yıkımların çoğuna şahit olmuştum ama ağırlıklı olarak 80’li yıllarda götürülenleri Londra’da kaldığım yıllar içerisinde görmediğim için mutlu mu olmalıyım, bilemedim şimdi? Ahşap evler, bahçeli evler birer birer yıkılırken, herkes ‘yeni’ye açıldıklarını sanıyordu ve buna sevinenler, tapınanlar o kadar çoktu ki. O yıkılan evlerin ardından hep konuşurlardı: “Neydi, canım, o pıllım pıllım, köhne evler!

Tıpkı evlerdeki değerli antik eşyanın hırdavatçıya üç beş kuruşa satılması gibi. Kadıköy Yakası da Rumeli Yakası’na uymuş, bütün mimarisi ‘cebbar’ yıkıcılara teslim edilmişti. Önce sobalı, sonra kaloriferli, merkezi ısıtmalı derken, özel kat kaloriferli, kömürlü, mazotlu derken şimdi doğal gazlı, apartmanlar “köy”ün çehresine bambaşka anlamlar oturttu. Ya ağaç kıyımı? Valla, kimseler ona da ses çıkarmadı. Pek ses edildiğini duymadık. Bahçelerin köyü yüksek yapıların çorak betimlemesiyle kuşanıyordu.

Göçüp giden zümrüt ağaçlar, şeker gibi çiçekler

Şu hanımeliler, çarkıfelekler sökülmeseydi, kuruyan çamlar yerle yeksan edilmeseydi, manolyalar, akasyalar kesilmeseydi, şimdi her yer mis gibi kokmaz mıydı? İyi ki sahilin tabiatı var. Ama ağaçlar bazı alanlarda o kadar seyrek ki, güneşin altında kavrulmamak neredeyse imkânsız gibi.

Ben ki acayip bir doğa ve su sevdalısıyım…

Şimdi hayran olduğum bir başka kitle daha var: gezi gençliği… Bu hem Gezi Parkı’na sahip çıkanlar manasında hem de gerçekten işsizlikten veya harbiden gezme ruhuyla yanıp tutuşmaktan doğaya gezmeye çıkanlar anlamında. Alıyor, abicim, bisikletini, sırt çantasını, doğru tabiat anaya koşuyor. Bir kolunda sevgilisi, diğer kolunda doğa sepeti.

Denize, Kurbağlıdere’ye baktıkça, çok eskilerde kalmış, Moda, Kalamış, Fenerbahçe hemen dirilmeye koyuluyor. Bak diyor hepsi, sen ne düşünürsen düşün, biz hâlâ ayaktayız… Doğru ayaktasınız ama bir yanınız topal. Öylece bakıyorum. Mesela Moda, şimdi Kızıltoprağın ucundaki Kalamış, Bağdat Caddesi’nin cadde olduğu o güzide günlerde ressamlara hep konu olmuş, şarkılara hep sermaye olmuş. Tablodaki denize açılan o yolun ucunda beliren herhangi bir leke… Canım, ressam böyle çizmiş, böyle boyamış der mi insan? Fenerbahçe de olabilir, Kurbağalı Dere de. O kayıklar, şimdikilerden çok farklı sanki. Bakıyorum. Kayıkların içinde gülen sevdalılar âdeta bir vapurun güvertesinde toplaşmış kahkaha atıyorlar sanıyorum. Sandallara, kayıklara bakıyorum ve nasılsa bir çağ geçip gidiyor.

Kalamış

Derinlere dalmış bir emmi… Uğur getirecek bir pisi… Bir yat mezarlığı…

Umudu arayan park
[📷 Atatürk Parkı, Kalamış, (Nisan 2017).]

Kalamış Atatürk Parkı’na girince bir sadelik, bir sadelik. Bu kadar sadeliğe ancak yağlı boya tablosu gibi yatlar yakışırdı. Acayip huzurlu bir park. Çok sevdiğim Münir Nurettin Selçuk ne diyordu ‘Kalamış’ şarkısında? “Yok başka yerin lûtfu ne yazdan ne de kıştan.. Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan (ah Kalamış’tan).. Yok zerre teselli ne gülüşten ne bakıştan.. Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan (ah Kalamış’tan)..

Ama bu huzuru bozacak türden şeylerle karşılaşabiliyor insan…

Parkın çevresinden ufak ufak yürürken köpekleriyle oynayan kimi hayvanseverlerle karşılaşıyorum. Yanlarından gülümseyerek geçiyorum ki sevimli köpekler eğer üstüme zıplayacak olurlarsa önceden yarattığım o samimi havayı sezmiş saysınlar.

Pitbull, doberman ve rottweiler olmadığı sürece sahipli köpeklerle aram iyidir. Severim kendilerini. Ancak beni daha fazla ürküten sahipsiz ya da kendi bölgesini vahşiyane sahiplenmiş, üstelik tamamen kendi malıymış gibi yolun ortasına uzanmış köy köpekleri ve kırsal alanın çoban köpekleri. Bunlar çoğunlukla tasmasız gezdikleri için her işim şansa kalmış gibi hissederim. Kuzey Amerika’da en çok boz ayılardan söz edilir. Bir de gelsinler bizim ülkedeki dört ayaklı yolkesen haydutları görsünler.

Hoş bir enstantane

Ben bunları düşünürken, bir ağacın gölgesinde oturmuş kitabını okuyan genç bir kadın çığlık atıyor: “Ayy, ben çok korkuyorum, ne olur tasmasını takın öyle gezdirin!

Diğeri karşılık veriyor, “Hanımefendi size gelmiyor ki, niye bağırıyorsunuz?

Bir laf sürtüşmesi o anda havaya hâkim oluyor, köpek sahibinden aldığı feyzle o havayı daha da bozuyor, ağacın altındaki kadına doğru hamle yapıyor. Genç kadın feryat figan. Köpeğin sahibi ise şaşkın. Herhalde köpeğinden böyle bir hamle yapmasını beklemiyordu. Şaşkaloza uğramış halde köpeğini geri çevirmeye çalışıyor. Diğeri kekeme oldu, galiba, su, suuu, diye bağırıyor, korkudan altına yapıp yapmadığı ise muamma.

Şimdi hangisi haklı, hangisi haksız gibi felsefi bir tartışmaya girmenin manası yok. Zira parkların girişlerindeki direklere kocaman, okunaklı levhaları asmışlar: “Köpeğinizi tasmasız dolaştırmayın” diye. E, yani korkanı var, korkmayanı var. Madem toplum içindesin kurallara uyacaksın. Burası babanın çiftliği değil ki tasmasız gezdiresin. Ya gerçekten o reaksiyonla köpek dişleseydi kadını, yumuşacık etinden bir parçanın tadına baksaydı! Sonra ayıkla pirincin taşını… Madem köpeğin için serbest alan istiyorsun, çık o halde yaylalara… Şehrin göbeğinde ayıp oluyor, hanım abla…

Münir Nurettin’in anısına

Kalamış Park’ı belirli bir noktadan sonra Münir Nurettin Selçuk Caddesi’ne çıkıyor. Yaklaşık bir 100 metre yürüdükten sonra ise Kalamış Marina’nın iç yolunu kullanabiliyorsun. Ben de böyle devam ediyorum yoluma. Ana caddedeki egzoz kokusunu ciğerlere doldurmanın bir manası yok. Hem sonra mana derken benim aklımda apayrı bir fetih var, şu binanın yanına kadar gideyim de bir fotoğrafını çekeyim diyorum. Ama güvenlik kordonu altında olduğunu görünce vazgeçiyorum. İşi olmayan giremez gibi. Ya da ben öyle duyumsuyorum.

Yok başka yerin lütfu ne yazdan, ne de kıştan
[📷 Kalamış Marina, (Nisan 2017).]

Dolayısıyla uzaktan çekim yapmakla yetiniyorum.

Evet, Kalamış’ın benim tarihimde bir başka anlamı var. 1989’un 21 Mart’ında darlingim Emel ile nikâhımızın kıyıldığı Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin salonu buradaydı. Burası günümüzde Setur Marina’ya dâhil edilmiş durumda.

Güzel Kadıköy 40-50 Yılda Ne Çok Değiştin

[📷 Kalamış Parkı, (Nisan 2017).]

İnsan İstanbul’u sevmezse gönül aşktan ne anlar? Anlamaz tabii. İstanbullu olacaksın İstanbul’u sevmeyeceksin. Kolay değil. Ancak birçok hayatı belirli bir zaman diliminde yaşayınca insan ister istemez kıyaslamalara giriyor. Tel örgülerle çevrili kıyı alanının hemen yanı başındaki yürüyüş yolunu takip ederek beni Fenerbahçe Parkı’na götürecek Tur Yolu Sokağı’na kadar o güzel şarkıyı mırıldanarak eğlenceli bir şekilde ilerliyorum. “Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar.. Sarsın bizi akşamla şarap rengi dumanlar.. Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan (ah Kalamış’tan)..” Eski hatıraların içerisine dalarak…

Evet, çok iyi anımsıyorum, Kalamış’ın harikulade bir resimsi tarafı vardı. Bu pitoresk 1970’lerde ufaktan ufağa değişti. Hele 1980’lerde benim yokluğumda yat limanıyla birlikte Kalamış bambaşka bir yer olmuş, 1988 yılının sonlarına doğru geldiğimde ise semti tanıyamaz olmuştum. İçim sızlamıştı. Hâlbuki yat limanı çevreye farklı bir debdebe getirmişti. Geceleri ışıl ışıl oluyordu liman. Yatlardan, modaya uygun, ecnebi şarkılar yükseliyordu. Bazen aralarına fantezi arabeskin karıştığı da oluyordu. Galiba Münir Nurettin’in huzurlu Kalamış’ından pek eser kalmamış gibiydi. Muğla’nın tipik Bodrum’u İstanbul’un Kalamış’ına gelmişti sanki…

Antalya’da on yıldan fazla lüks yat üretimi yapan bir tersanede çalışmış olmam bile yatların konaklama mekânına, marinaya sıcak bakmamı sağlayamadı. Marina kelimesini bile ürkütücü bulurum. Yırtıcı bir çağrışım yapıyor bende. Belki de en iyi benzetmeyle bu alanlara “yat mezarlığı” diyebiliriz. Gerçekten de sessiz, cansız bir mezarlık havası hâkimdir.

Değişen sadece çevre değildi. Burjuvalarımız da değişiyordu. Ama azıcık tuhaf eğreti bir şekilde.

Fenerbahçe

Şimdi buna burada girme yanlısı değilim. Yoksa kolay çıkamam, biliyorum. Oysa Turyol Sokak’tan çıkıp Fenerbahçe Parkı’na girmek istiyorum artık…

Kalamış Yat Limanı’ndan sonra bir de Fenerbahçe Yat Limanı… Ah diyorum, harbiden şu yat sahiplerinin hoşuna gidiyor mudur buralar?

Eskiyi bilenlerin iç çekerek denizin o billur günlerini aradığı muhakkak.

Kaçamak ve şiirli flörtlerin mekânı
[📷 Fenerbahçe Parkı, (Nisan 2017).]

Fenerbahçe Parkı benim için bu yakanın en güzel parklarından biri. Çok eskiyi hayal meyal hatırlıyorum. Ama o kadar gerilere gitmeme gerek yok. Çünkü o güzel zamanlar benden uzaklaştıkça uzaklaşıyor. Tek tesellim bu semtin bugün de İstanbul’umun en güzel semtlerinden biri olarak varlığını sürdürmesi. O geçmişten gelen bol yeşillikli, bol ağaçlıklı zamanların mirasını yemeye devam ediyor.

70’li yıllarda Kadıköy’den Bostancı’ya bisikletle yaptığım turlarda Bağdat Caddesi mükemmel bir güzergâh olarak öne çıkardı. Fenerbahçe’ye yaklaştığımda ise heyecanım iyice artardı. Yol boyu, bahçeli hem de hayli geniş bahçeli, ahşap ve kâgir köşkler aklımı başımdan alırdı. Başımı ne zaman diğer tarafa çevirsem denizle burun buruna gelirdim. Ama ne yalan söyleyeyim denizi görmezdim. Denize bakan kim! Gözlerim aklımın hizasında köşklere çevrili. Onlara bakmaya doyamazdım. Bahçelerindeki o heykeller, mermerden heykeller yok muydu, niçin bizim bahçeye de şu heykellerden koymuyoruz ki diye aklımca bir sorgulamaya girerdim. Ama benim köklerin taşlarla, sütunlarla işi olmamış. Nedense sanattan, peyzajdan hep uzak kalmayı yeğlemişler.

Eminim Cemile babaannem Mehmet dedemden boşanmayıp yerinde kalsaydı o sahip çıkardı bu tür estetik işçiliklere. Çok meraklıydı sanata. Demem bu yüzden.

Sadece heykeller değildi aklımı çelen. Bazı bahçelerde gördüğüm sarmaşık gülleri, yaseminler, kameriyeler, karayemişler, süslendirilerek budanmış taflanlar, şimşirler, ladinler. Küçük havuzlar içinde yüzen kırmızı balıklar. Yer çiçekleri ise ayrı güzellik saçardı etrafa, çeşit çeşit zambaklar, hercailer, aslanağızları…

Göztepe’den Suadiye’ye, Şenesenevler’den Kozyatağı’na, Şakacı Sokak’tan eve döndüğümde rüya biterdi.

Rüya gibi her hatıra

O bahçeli dünyanın rüyası şimdi bakıyorum Fenerbahçe’de de tamamen bitmiş görünüyor. Anayol olsun, ara sokaklar olsun, o sakin, hep huzurlu bisiklet turu çağrışımlı, hep bahçe dünyalı Fenerbahçe, birbirine fazlaca sokulmuş, birbirinin özel dünyasını röntgenci isteklerle araştırmaya meraklı apartmanların semti olmuş. Görebildiğim tek güzellik, apartmanların önündeki, iyice daraltılmış eski köşk bahçelerinden arta kalanlar.

Parkın içinde turluyor, bol miktarda oksijenli havayı soluyorum. Sahil tarafına yaklaştığımda şansa bak diyorum. Motorlu bir gezgin kardeşimin oturduğu piknik masasını boşalttığını görünce adımlarımı hızla o yöne doğru çeviriyorum. Etraf hayli kalabalık olduğu için bu şansımı geri tepemem. Şık bir ağacın gölgesinde mola vermenin tam sırası.

Hayat yeşilde, yeşil yosunda

Saatime göz atıyorum, tam 13:30’u gösteriyor. Kadıköy rıhtımından buraya kadar, 6-7 kilometrelik yolu, 1 saat 45 dakikada gelmişim. Oldukça iyi. Öyleyse denize nazır yarım saatlik bir dinlenceyi hak etmiş sayılırım.

Ben ve dostlarım…

Fenerbahçe Parkı müdavimlerinin ardı arkası kesilmiyor. Çevre cıvıl cıvıl. Masalar boşalır boşalmaz anında doluyor. Harika bir sirkülasyon.

Yan masaya da beş kişilik mütevazı bir grup oturuyor. Dördü ben yaşlarda kadın, yanlarında da oğlum yaşlarında genç bir delikanlı. Evden getirdikleri bir sürü öteberiyi yayıyorlar masanın üzerine. Yanında çay. Oldukça neşeli bir takım. Belli ki felekten bir gün çalmaya gelmişler.

Biri rica ediyor, topluca fotoğraflarını çekmem için. Elime tutuşturuyor cep telefonunu. Oldum bittim cep telefonuyla fotoğraf çekmesini sevmem, ama madem onların isteği bu doğrultuda, çekeriz biz de. Tam o sırada kadınlardan birinin ayağı takılıp dengesini kaybetmez mi? Edince tabii yere feci kapaklanıyor. Beklenmedik kaza işte. Kadın beton zeminin üzerinde iki seksen yatıyor, diğerleri onu kaldıracağı yerde kendisine laf yetiştirmeye devam ediyorlar. İyi ki kafasını filan vurmadı. Ben yardım için hamle yapıyorum, ama yanlarında çakı gibi delikanlı var. Göz göze gelince çocuğun aklı başına geliyor ve yerden kaldırmak için kadının kollarına asılıyor. Çıkaracak kadının kollarını! Harika(!?) Diyorum koltuk altlarından tutup kaldırın. Neyse diğerleri de sadede gelip cüsseli hatunu el birliğiyle kaldırıyorlar. Sıra nihayet çekim yapmaya geliyor. Birkaç poz çekiyorum. Sanırım biraz profesyonelce davrandığımı düşünüyorlar, teşekkür üstüne teşekkür ediyorlar.

Artık kalkma zamanı. Çantamı topluyorum, kendilerine “iyi günler” dileyerek ayrılacağım sırada, yiyeceklerinden tatmam için beni masalarına davet ediyorlar. Henüz yediğimi belirterek kendilerine teşekkür ediyor ve yoluma devam ediyorum.

Düşmesin kirpiklerinin gölgesinden başka gölge

Aslında insanın kalkıp gidesi gelmiyor…

Fenerbahçe Parkı çok renkli…

Ayrıca olağanüstü huzurlu…

Çıkışa doğru…

Parkı terk ettikten sonra aynı güzergâhı kullanarak Kadıköy İskelesi’ne dönüyorum.

Yol üstünde Moda Parkı’nda & Yoğurtçu Parkı’nda iki kısa mola daha veriyorum.

Şipşirin antrakt dünya…

Moda Parkı’nda denize karşı istirahat…

Çocukluğumda bisikletle, 90’lı yıllarda ise otomobille geldiğim Kadıköy’ün, Kalamış’ın, Fenerbahçe’nin mazide kalan günlerini özlemekten başka bir şey kalmadı geriye. Büyüklerimin çoğu öldü. Bizler dağılıp gittik. İdman turları biter bitmez çıkacağım “Doğada Tabana Kuvvet” yolculuklarımın arasına sıkıştırabilirsem Kadıköy’e yeniden gelmek isterim. Bu kez Kadıköy sokaklarında gezer ve sonrasında belki şu İstanbul Yelken Kulübü’ne uğrar, bahçesinde oturup Kadıköy’e bakarken bir sıla hasretiyle bir kadeh rakı içerim.

İstanbul’a bu gelişler, uzakta hep bir hayal denizi gibi…

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 26.04.2017; Çarşamba

ROTA: Beşiktaş >> Kadıköy >> Moda >> Kalamış >> Fenerbahçe (V)

Güzergâh Seyri: Beşiktaş >> Kadıköy İskelesi >> Kadıköy Sahil Yolu >> İnciburnu Feneri >> Moda Park İçi Yolu >> Moda İskelesi >> Moda Sahil Yolu >> Kurbağalı Dere >> Yoğurtçu Parkı >> Kalamış Parkı Yolu >> Münir Nurettin Selçuk Caddesi >> Kalamış Yat Marina >> Tur Yolu Sokak >> Fenerbahçe Parkı (V)…

Turun niteliği: Günübirlik sırt çantalı idman yürüyüşü

Tur mesafesi: 49,5 km

Yürüyüş mesafesi: 13,5 km

Toplam kat edilen araç mesafesi: 36 km

Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs, Şehir Hatları Vapuru

Toplam tur zamanı: 7 saat 40 dakika (09:55~17:45)

Toplam yürüyüş zamanı: 3 saat 15 dakika

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI

Ulaşım: 7,80 TL

Yeme-içme: Kişisel “Beslenme Sepeti”

Diğer: 1,00 TL

Toplam Masraf: 8,80 TL

Bir sonraki Fener, Balat & Ayvansaray” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Ne Zaman Maviliklere Baksam Kadıköy Seni Anlatır Bana

(*) Sonraki Makale: “Çocukluğum Yetiştiğinde Küller de Bitişir!

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!