Ne Zaman Maviliklere Baksam Kadıköy Seni Anlatır Bana

Beşiktaş’tan Kadıköy’e Bir Vapur Yolcuğu…

Emel ve Eylem hanımlarla birlikte çıktığımız Adalar turundan sonra bir gün ara verdiğim İstanbul’a tekrar geri dönmenin sevinci içindeyim. Çünkü bugün yine doğduğum andan itibaren içimden bir türlü koparamadığım toprağıma, Asya Yakası’na gidiyorum. Bundan öte büyük bir mutluluk olamaz bana…

Vapurdayım…

Vapurlar şehrinin kendimi daha çok evimde hissettiğimin yakasına doğru yol alıyorum. “Bir yaren İstanbulluluk var, bir de yâr İstanbul’da Kadıköylülük,” diyorum içimden. Gönül bu; konuşuyor işte. Tebessüm ediyorum.

Beşiktaş Rıhtımı

[📷 Kadıköy Vapur İskelesi, Beşiktaş, (Nisan 2017).]
[📷 İskele & Dolmabahçe Sarayı, Beşiktaş, (Nisan 2017).]

Beşiktaş’a kadar gelip o mahcup iskeleye yürürken bile adımlarım birbirine dolaşmıştı. Topu topu kırk dakika sürmüştü otobüs yolculuğum. Ama aklımda hep o gövde, o gövdenin açık güvertesi, martılar ve köpükler. Bütün o rüyayı bir kere daha yaşatacak olan 11:45 saatinin zili, hoparlörden yapılan boğuk anons ve kapıların kapanışı. Halatların çekilişi. Maviliklere doğru süzülüş.

Nereden nereye gelmiştim? Çocukluğum, ilk gençliğimin uzunca bir süresi, Londra semalarının hemen sonrasının dokuz yıllık ciddi bir parçası, usul usul uzaklaştığım yakada. Londra’nın, Edirne’nin, Babaeski’nin, Antalya’nın, Gelibolu’nun sokaklarında geçmişti oysa. Londra’yı, Barking’i, Ilford’ı, Angel’ı, ama en çok da birbirine karışan, tersanelere giden yolda bir anda otobanla kucaklaşan East Ham’ı, göletli yemyeşil parklarını, birbirine çalım atan muzip publarını, çarşısını Mrs. Rogers’la birlikte sevmiştim. Yaşadığım evlerde, Upton Park’ın, Whitechapel’ın, Clapton’ın, Turnpike Lane’in, Stoke Newington’ın izleri vardı. O benzer izler Lara’da, Pınarbaşı’nda, Konyaaltı’nda da vardı. Suadiye’yi, Küçükyalı’yı, Hadımköy’ü, Mecidiyeköy’ü, Karagümrük’ü, Çilingir’i hiç saymıyorum bile. Oralara hatıratlarımın satırlarında birçok kez dönmüştüm. Bu yeni uzun yürüyüşümde de yeniden dönebilirim. Sırtıma yüklediğim sırt çantama bağımlı adımlarımın beni götürebileceği öyle çok hikâye var ki…

Gelgelelim Kadıköy yakası bana yılların akışında, başka bir aidiyetin sınırları içinde kalmanın yolunu da açıyor. Ben de o kozmopolit göçlerin, gezgin yolcularından biriyim artık. Bu coğrafyadan, tüm yaşadıklarıma rağmen, kopmam imkânsız.

Güvertede

Vapurun üst katındaki güvertedeyim. Hava biraz serince. Daha doğrusu esinti güverteye doğru. Bu yüzden yalnızca sekiz, on kişiyiz. Diğer yolcuların hepsi iç bölümlere tıkışmışlar.

Denize ve kıyıların koyuluğuna bakıyorum. Vapurların sadece âşıktaş İstanbul’umun değil, benim de hatırlı tarihimde, özel hayatımda ne kadar vazgeçilemez bir yer edindiğini bir daha anımsamanın tam zamanı. Okuduğum kitaplar, başkalarının yazılı hatıratları, bilgisayarlarda değil, o çok eski albümlerde kalmış fotoğraflar, bana kayıklarla, bir kıyıdan bir başkasına yüzyıllar boyunca gidip gelindikten sonra, ilk buharlı vapurların bu derin sularda yaşananları nasıl değiştirdiğini, asmalı köprüler henüz daha inşa edilmemişken, çok uzaklardaymış gibi görünen Boğaziçi köylerini birbirlerine nasıl bağladığını, yakınlaştırdığını anlatıp dururdu.

Benim köklerimin yazılı hatıraları hiç olmamış. Kendi ağızlarından yeterince dinleyemediğim gibi kalemlerinden de okuyamadım maalesef. Mehmet dedemden dinleyebildiklerim bile çok sınırlıydı. Babam da yetişmiş miydi buharlı vapurlara, şimdi onu bile hatırlayamadım. Ya anlatmadığı, ya da anlatmaya değmez bulduğu içindir. Görmüştür belki.

Bayağı bir gerilere yaslandığımda vapurların hikâyesinin kendisini bir başka dil yolculuğuyla yazdırdığına şahit oluyorum. Oldukça enteresandır. Birçok kadim İstanbullunun, hiç kuşku yok ki Fransızcanın ‘vapör’ünden, buharından vahiy almış, Boğaziçi’nin kıyılarını değiştiren bu muazzam taşıtlara yıllarca “vapor” demelerinde bu yolculuğun esintileri hayat bulmuyor muydu? Derin bir içselleştirme tarihi bu.

Sonrasına gelince…

O daha bir başka… Birbirinden farklı, ama yine de aynı su yollarında birleşen duygusal hikâyeler. Vapurlarla hayal kuranlar, aşklarını koltuklara suskunluklarıyla kazıyanlar, sevinçlerini, heyecanlarını, umutlarını, kederlerini içlerinde gizleyenler ya da apaçık beyan etmek isteyenler, birileriyle buluşanlar, sözcüğün akla gelebilecek tam anlamlarıyla buluşanlar ya da buluşamayanlar, buluşmalardan kırgın dönenler, yalnızlar, kaçmak isteyenler, bir geleceğin inşa edilebileceğine inananlar, ‘bugün’lerini yitirenler, hesap yapanlar, hesabı tutmayanlar, boş gezenler, hep yakalamaya çalışanlar, hiç yakalayamayanlar, hep yetişenler, hiç yetişemeyenler, yetişmeye çalışanlar, yetişme yanılsamalarıyla hayata tutunmaya çalışanlar, uykularını alamayanlar, hiç uyuyamayanlar…

Çok geçmişte değil ama benim de yaşadığım o yakın geçmişte, bu masallardan geçmişimin saklı sandığına farkına varmaksızın bıraktığım, hiç beklemediğim zamanlarda kendilerini bana yeniden göstermiş, göstermeye de devam edecek o kadar çok hikâye biriktirmişim ki…

60’ların sonları, koca 70’ler, sonrasında o sevdalı 80’ler, 90’lar… Ve hatta parçalı gel-git’lerle yaşamış varsaydığım 2000’ler, 2010’lar…

O vapurların çığlıkları hayatımın farklı dönemlerinde, farklı yerlere gitmemi, sonra da yine beklemediğim o sürprizli zamanlarda o yerleri hatırlamamı sağlamamış mıydı?

Ya bugün, o düdükler bir daha anımsamamı temin etmiyor mu?

İşte tıpkı geçmişin o derin kuytularında barındığı gibi, hayatın daha sessiz saatlerinde, gecenin içinden geçenlerden, ya da sabahın ilk ışıltılarında yola çıkanlardan gelen sesler, şehrimin en derinlikli seslerinden biri değil mi? Ya şu anda, birlikte yolculuk yaptığım şakıyıştan mustarip yolcuların her birinden gelen cılız sesler, o derinliğe inmiyor mu?

Kız Kulesi’nin önünden geçiyoruz…

Aşkı yaşamanın binbir gece masal halleri… Kurtlar Vadisi‘nin “çipetpet” Polat’ını bile paramparça eden Kız Kulesi…

Hazır Kule’nin yanı başından süzülüyoruz, geçmişteki âşıkların buralara neler getirdiklerini bir daha sorabilirim, arkasındaki kıyıya, Salacak sahiline bir daha bakabilirim. Sadece birkaç yüzyıl öncesinde, başka insanların bu açıklara başka gözlerle baktığı gerçeğini, yaşamak için değil, sırt çantalı yürüyüş idmanları bahanesiyle gezmeye ve anılarımı depreştirmeye geldiğim İstanbul’umu daha çok hissetmek için, kendime yeni baştan hatırlatabilirim. Burada başka diller ve insanlar vardı…

Zamanın arayı açtığı mesafelere yüklenen anlam nasıl da değişmiş? Boğaz yolunun akıntılı dönemecinde yine zamanın bir yerlerinde ektiklerim, lakin daha çok “bugün”ün, bıraktıklarımla derinleşen “bugün”ün adına çıkıp geliyor.

Her Karaköy sabahında ya da her Kadıköy akşamında Salacak’ı ve Kız Kulesi’ni ardımda bıraktığım duygusuna kapılıyorum gene. Kadıköy’ümün oradan da çok güzel göründüğünü biliyorum. Kız Kulesi için anlatılan masalların, aşkla ölmüşün, ya da aşkta ölümün dile getiren efsanelerin ne denli dokunaklı olduklarını da biliyorum. Bu şehre ne çok insan, ne çok aşklarını yazmak istiyor?.. Bu şehir ne çok aşkla yaşlanıyor?..

III. Selim’in Nizâm-ı Cedît askerlerine armağanı
[📷 Selimiye Kışlası, Üsküdar, (Nisan 2017).]

Limandaki ıssız konteynerleri,  sanki görev bırakmış vinçleri görür görmez Haydarpaşa’ya yaklaştığımızı görüyorum. Az sonra Haydarpaşa’nın önünden geçeceğiz. Selimiye Kışlası’nın önünden geçerken tekrar hatırlamak istemediğim bir tarihin acısını hissediyorum. Bu acıyı hiçbir zaman unutmayacağım. Dışarıdan bakıldığında, hele hele geceleri ışıklandırıldığında birçok insana hoş bir mimari hissiyat verebilecek bu tarihi yapının nasıl da derin, merhametsiz bir iç karanlığı var aslında. Ne çok genç, ne çok ölümün ve haksızlığın tanıklığını yapmak zorunda kalmıştı. Gözaltılar, sorgular, işkenceler…

İmparatorluğu kurtarmak için elinden geleni yapan şair ruhlu padişah, Üçüncü Selim, burayı yaptırırken ve kendi adıyla şehrin hafızasına yazdırırken, tüm bu isyanların ve cinayetlerin de yaşanacağını hayal edebilmiş miydi acaba?

Eski Haydarpaşa Lisesi…

Güvertesine kurulduğum Beyoğlu vapuru, hislerimi güçlendirmek istercesine, o anda düdüğünü çalıyor… Ne muhteşem bir an! Kendime bu sesi ve görüntüyü hiçbir zaman kaybetmemeyi temenni ediyorum. Karşı yan çaprazımda oturan yaşlı karı-koca çift devamlı çektiğim fotoğraflarla ve doğal hareketlerimle oldukça eğlendiğim düşüncesindeymişler gibi seyrediyorlar beni, her yüzleştiğimizde gülümsüyorlar. Ben de karşılık veriyorum, hafiften başımı eğerek, minnet kavramını işleterek her seferinde. Bu köpüklü su yolu bende ne kadar da uzun yol almıştı bugün?

Hatıralarımdaki O Vapurlar

Çocukluğumda da böyle. Şu karşıdan karşıya geçişler saatler sürer gibi gelirdi. Hele bir de lodosa tutulmuşsak ve biz buz gibi havadan vapurun en sıcak bölmesi, o alt kattaki sevimsiz salonda oturmuşsak, sallantının tesiriyle koltuğun bir ucundan diğer ucuna istemeyerek de olsa savrulmuşsak, yani hiç beklemediğimiz anda yer değiştirmişsek, hani bazılarımızın mide bulantısına yol açan o sallantılar, şu mendireğe girse de kurtulsak diyen o endişeli bakışlar…

54’lük delikanlı gibi layenkati kalkıyorum, oturuyorum, çevreme bakınıyorum, yine kalkıyorum. Benden başka böyle hareket eden yok. Gözlerle takip edildiğimin farkındayım. Huzursuz mu ettim şu kadarcık kişiyi? Yoksa yerli turist filan mı zannettiler? Hayat ne garip, eski bir İstanbullu olarak beni ‘yeni’ zannetmeleri. Herhalde kesin turist gibi gördüklerinden.

Haydarpaşa

[📷 Haydarpaşa Garı & İskelesi, Kadıköy, (Nisan 2017).]

Yine kalkıyorum, dirseklerimi küpeşteye dayıyorum. Haydarpaşa Garı’na bakıyorum. İçim sızlıyor bir kez daha. Önümdeki iskelenin seyretmekten her zaman büyük keyif aldığım eşsiz çinilerini arıyorum uzaktan.

Hummalı bir tadilat altında. Hayalet bir gara dönüşmüş…

Arkamdaki mendireğe yine büyük bir martı sürüsü konmuş muydu? Nedendir bilmiyorum ama vapurun öteki tarafına geçerek bakmak istemiyorum. Anlık başımı çevirmemle görüyorum onları. Zaten ne çok fotoğraflamıştım onları. Hayalini kurmak yeterli gibi geliyor o an için.

Zeki Alasya ile Metin Akpınar’ın bir filmlerindeki gelişleri gibi, şehre Anadolu’dan, ellerinde abanoz bavullarıyla uzun tren yolculuklarından gelenlerin denizle hayatlarında ilk kez karşılaştıklarında neler hissettiklerini hayal etmek o kadar kifayetli ki. Her şey masalımsı; geçmişe mazi… Anılar tarihimin bu yüzü aklıma düştüğünde Gar’ın ne denli müthiş bir yere oturtulduğunu bir kez daha fark ediyorum. Dışarı çıkan yolcunun hemen denizle, üstelik İstanbul’u İstanbul yapan o tarihi yarımadanın çehresiyle karşı karşıya kalıyor olması. İstanbul’umun görmek isteyene kendisini hemen gösteriyor olması.

Tren yolcusunu hemen denizle burun buruna getiren, buluşturan kaç şehir vardır yeryüzünde? Bayağı merak ettim şimdi. Venedik geliyor aklıma. Haksızlık etmek istemem ama Büyük Britanya’nın da böyle kentleri var. Ama hiçbiri Haydarpaşa gibi etkileyici değiller… Benim düşüncem…

Bende Haydarpaşa hatıraları kaldı

Esinti duruldu sanki. Köpükler çıkararak ilerleyişini sürdüren vapurumuz az sonra Kadıköy iskelesine yanaşacak. Bu görüntünün içine o çocuğu bir daha koyabilirim. Geçmişin suları bana çok uzaklardan sesleniyor. İskelenin hemen yanındaki çay bahçesinde Mehmet dedem çayını yudumluyor. Bana da sade bir gazoz almış. Bazıları nargile içiyor. Meraklı gözlerimle onları seyrediyorum. Az ötede kuşların cıvıltısı masalardaki uğultulara karışıyor. Ne çok yaşlısı varmış bu şehrin diye iç geçiriyorum. O kıyıya ayak basmak zorundayım artık…

Vapur eğitimi, benden bir önceki kuşağımın insanları için de, üstelik benim çocukluk yıllarımda, tüm doğallığıyla nasıl da hayatımızın akışındaki yerini almıştı. İstanbul’umun iki yakası, Avrupa ve Asya, bir asma köprüyle birbirine bağlanmamış, bir başka açıdan bakıldığında da tutsak edilmemişti henüz. Ve ben… Kendimi daha çok ait hissettiğim bu Kadıköy Yakası’nın kıyıları da şehre bugünkü kadar ait olmamıştı. İstanbul, “Tarihi Yarımada” olmaya devam ediyordu sonuçta. Ailemin, yakın akrabalarımın, arkadaşlarımın ve tüm diğer Şakacı Sokaklıların “İstanbul’a gidiyoruz” ya da “şehre ineceğiz” demeleri boşuna değildi. Ben Anadolu Yakası’nda yaşadığım hayat boyunca, bunu son anıma kadar kullandığımı biliyorum. Çünkü bize göre İstanbul hep Avrupa Yakası’ydı.

Vapurların, sadece vapurların şehre bağladığı Moda, Fenerbahçe, Erenköy, Suadiye, Bostancı, Küçükyalı, İdealtepe, Süreyya Paşa kıyıları, benim ve birçok ağabeyimin, ablamın yaz kıyılarıydı. Büyüklerimin hep anlattığı gibi sayfiye yerleriydi. Ne çok akrabamız gelirdi, İstanbul’dan bizi sayfiye yakamızda yakalamak ve gönülden eğlenmek, eğlendirmek için. Bu buluşmalar… Ah o buluşmalar… Tabii şehrin değişeceğini, o kıyıların bazılarını hepten kaybedeceğimizi hiç bilmeden…

Sanki hayat hep güzel olacaktı bize, hep aynı kalacak, böyle akacaktı. Zan. Ne hoş bir duygu. Masum ve içli. Hayatın hep böyle akacağını zannederek yaşamak. Tabii ya; başka olasılıklara gerek mi vardı? Yoktu. Başka olanakları düşünmeye, aramaya olmadığı gibi…

En güzel romantik sahiller bizdeydi

Nisan ayının son günleri, İstanbul’umun bendeki en güzel günleridir. Okulların kapanmasına az kalmış, ders kırma vakitleri çıka gelmiştir. Yaklaşmakta olan ilkyaz belirtileri, yeni solukları, buluşmaları vaat eder, deniz tüm ayartıcı benliğiyle beni beklerdi. Suadiye, Bostancı sahillerini aşar, Kartal, Güzelyalı sahillerine banliyö trenlerinin kâh koltuklarında kâh kapı dışlarında o tehlikeli rüzgârlara doğru sarkarak yolculuk ederdik. Sadece deniz kıyıları mı? Bir tanıdık bahçe, ya da bir diğer bahçe, çok tekrarlanmış bir saklambaç oyunu için çağırır olurdu.

Bahçede yemek yeme alışkanlıkları, bunlar için yapılan hazırlıklar, her kış sonrası gibi, birkaç haftasından önce başlardı. Baharla başlayan yaz akşamlarını nasıl değiştirdiğini ancak çok sonra anlaşılabilen, evlerin en değer verilen eşyası kimliğini yıllar boyunca sürdüren televizyon henüz hayatımıza girmemişti. Transistörlü, taşınabilir radyolarla bir çağ atlandığına inanılıyordu üstelik. Bir de tüm bu gelişmelerin yanında, asla unutulmaması gereken o tuhaf alet: transformatör…

Televizyon benim ruhuma 70’li yılların ortasında nasıl girdiyse 90’lı yılların sonunda da öyle çıkıvermişti. Bugün ise televizyonla işimin hiç kalmadığını hayatımdan tamamıyla kaldırıp çöpe attığımı yaşarken görebilmenin kıvancı içindeyim.

Az önce trafo dedim de neydi o günler diye ağzımı açtım… Gözlerimin önüne geliyor. Anadolu Yakası’na 220, Rumeli Yakası’na 110 volt şehir cereyanı verilecekmiş… E, en fazla insanın Avrupa Yakası’nda yaşıyor olmasından, oraya 110 volt vermek, hatta elektrikli eşyaları 110 volta göre imal etmek son derece doğal görünüyor şimdilerde. Ama mesele bu değil. Mesele, iki yakanın arasındaki farklılığın bu süper aletin (Transformatörün) sayesinde kaldırılmış olması. Deyim yerindeyse, istenmedik kazaların önü kesilivermişti. Nasıl önemsenmesindi? Saçlar süpürge yapılarak, bin bir zorlukla satın alınabilen, bugünkünden çok daha büyük kıymet taşıyan buzdolabının, çamaşır makinesinin motorunun bir ihmalkârlık sonucunda yanması evde uzun süreliğine sarsıcı bir felakete dönüşmesine neden olabilirdi sonuçta.

Değişen hayatlarda değişmeyen kederler

Yaşananlara böyle bir yerden bakınca, nelerin, nasıl değiştiğini, nerelerden nerelere gelindiğini şöyle bir hatırlamak bile, sevinçle karışık bir keder doğruyor insanda.

O günlerin böyle yoksunluklarla geçmesine mi daha çok üzülür böyle zamanlarda insan, yeniden bir çocukluk adına, artık yaşanamayacağına mı? Kendime farklı sözlerle birçok defa sorduğum bu soruyu, şu öğle saatinde Kadıköy İskelesi’ne yaklaşır, güneş yüzüme vurur, vapurun ardında bıraktığı köpüklere bakarken yine soruyorum. Yine içime sinecek bir cevabı bulamıyorum. İhtimallerin ikisi de doğru olduğundan m? Kim bilir? Belki de başka başka ihtimaller vardır. Fazlasını kurcalamaya ne gerek var. Yok, ama asıl önemlisi duygular değil mi? Bu gibi anlarda hissettiğim içime yayılan, bana yine çok tanıdık gelen şu buruk sevinç. O sancıların bıraktığı kimi izler hâlâ tam anlamıyla silinmediyse de, hayatımı istesem de istemesem de, için için etkilemeye devam ediyorsa da… Yeni yepisyeni sancılarla büyümeye devam ettiğini görsem de…

Beyoğlu’nun köpükleri…

Annemle, babamla, kardeşlerimle kaç güvertesinden maviliklere baktığımız o gün geliyor geliyor birden aklıma. Bir sonbahar günü müydü? Yine bir yakadan ötekine mi geçiyorduk? Yoksa Asya Yakası’nın bir köyünden ötekine yolculuk ettiğimiz bir Boğaziçi vapurunda mıydık? Buraları çoktan silinmiş. Anneme köpüklerin nasıl çıktığını sorduğumu hatırlıyorum ama. Annemin verdiği yanıtı da… Denizin altında beyaz sabun kalıpları var, vapur onlara sürtündükçe de bu köpükler çıkıyor… Babamın ve kardeşlerimin yüzlerindeki muzip gülümseme gözümden kaçmamıştı. Annemin tasvirine inanmıştım yine de. Ya da inanmış görünmüştüm. Daha fazlasını bilmeye gerek duymamıştım.

Eminim bu soruyu kim bilir kaç çocuk daha annesine, babasına sormuştu? Sormaya devam ediyordu? Kim bilir ne cevaplar alıyordu bu çocuklar?

Kim bilebilir, belki de kaptanın karısı arkaya kurulmuş, çamaşır yıkıyor…

Saf çocukluktan geriye kalanlar

Çocukluğun saflığına, hayallere kapılma güçlerine tekrar inanmak, büyükler açısından daha anlamlı galiba. Hayallere inanmanın saflığı. Kayıplar yaşanmayınca çok bağlanılmış, sığınılmış yalanlar gerçeğin aynasında henüz tuzla buz olmayınca…

Büyükler hep böyle değil midir? Kendimden bilirim. İlerleyen yaşıma rağmen, küçük yalanlarımla, bana sorular soran çocuklara, onların yanında çocukluğumu yaşamak istermişim gibi. Kopmak istemediğim kocaman bir hayal dünyam.

Hayatımdan geçen vapurlarda, bu fotoğraflar dışında, başka birçok fotoğraf bıraktığımı hatırlıyorum. Bu fotoğraflar bir türlü etkilerinden kurtulamadığım izlerle devam ediyor. Geriye kimi hikâyelerin yansımalarını bırakarak…

O soğuk kış günlerinde, biraz ısınabilmek için makine dairesine yakın, biraz mazot, biraz da havasızlık kokan bodrum katı şimdilerde ancak vapur çok kalabalık olunca, kaptan da izin verirse açılabiliyor. Bu katın varlığından pek az insan haberdar artık. Bir zamanlar hep açıktı oysa. Vapur kalabalık değilse de… Sıcaklığı nedeniyle tercih edilirdi, kasvetli havasına rağmen…

Vapurların kıç tarafındaki lüks mevki bölümü de tarihe karışmış durumda, yok artık. Neydi o görüntüler? Masaların çevresindeki koltuklara oturabilmek için ekstradan cüzdanı boşaltmak gerektiğini, bu ücreti yolculuk esnasında üniformalı bir görevlinin tahsil ettiğini, oraya, annem bu farkı ödeyemediği için her istediğimde gidemediğimi, gidemediğim için de ağlamaklı yüzümü üzüntüden düşürdüğümü, ama neye üzüldüğümü tam bilemediğimi de…

Yazları ise bambaşka bir hayattı

Daha çok yaz aylarında yaşanan güverteler de vardı tabii bu arada. Hafif esintiyi daha çok hissetmek için oturulan baş taraftaki güverteyle, üstü açık, daha havadar görünen, ancak bacaya yakın olduğundan üzerimize beklenmedik bir anda kurum yağabilecek, ani bir düdük sesinin hazırlıksız yakalananı yerinden hoplatabileceği üst güverte ve şimdi durduğum bana tüm bu anları geri getiren, rüzgârı daha az alan, bu nedenle de daha çok insan tarafından tercih edilen kıç güverte…

Evet, yaz günlerine daha vakit var. Ama İstanbullunun huyu da suyu da değişmiş. Üşüyorlar. Güvertede sadece on civarında kişiyiz. İki elin toplam parmağı kadar. Oysa biz şu kadar insan açık havayı sevdiğimizi dile getiriyoruz. Mavilikleri daha yakından duyumsamak umuduyla…

Vapurları neden bu kadar çok seviyorum?

Galiba bu şehre, İstanbul’uma, nefes verdiği için. Onunla birlikte ben de nefes alabildiğim için. Çocukluk fotoğraflarımdan ve anlata anlata bitiremediğim anı hikâyelerimden beri… Hayat akıyor, deniz akıyor, geçen günlerin lacivert suları yaşama ait derinliklerde, ait olduğum tarihle beraber akıyor…

Kadıköy

Nasıl bir Kadıköy’deyim şimdi?

Kadıköy, Karaköy, Eminönü, Üsküdar ve Beşiktaş iskeleleri bana bu zaman dizininin değişen görüntüleriyle geliyor. Bu seriye ilk başlarken “İstanbul’umun Kalabalıkları İçindeyim”de yazdığım gibi eski Karaköy’deki Kadıköy iskelem çoktandır yoktu. Eminönü kırık dökük tamiratlar arasında iyice karışmış çorba gibiydi. O tarihi yalnız biraz Beşiktaş’ta, biraz da Boğaziçi’nin köylerine gittiğimde uğradığım iskelelerde koklayabilmiştim.

Kadıköy’ün romanı
[📷 Kadıköy Vapur İskelesi, Kadıköy, (Nisan 2017).]

Beyoğlu usulcacık yanaşıyor. Az sonra halatlar rıhtımın babalarına bağlanacak iskeleler salınacak ve insanlar boşalacak. Benimse inmeye niyetim yok gibi nazlıca hareket ediyorum.

Kadıköy, tüm kayıplarına rağmen, benim için hâlâ yaşamaya devam eden yerlerin başında geliyor. Birazdan ben de inecek ve İnciburnu Feneri’nde geçmiş anılarımı yâd etmekle başlayacağım. Sonrasında kıyıdan kıyıdan Moda sahilini takip ederek sırasıyla Moda İskelesi’nin önünden, Yoğurtçu Parkı’nın içinden, Kalamış Atatürk Parkı’nın yat limanına değen uç kısmından yürüyüşümü sürdürecek, nihayet Fenerbahçe Parkı’nda o eski izleri, Canel kardeşimle koşturduğumuz canlı tabiatı, kayışından serbest bıraktığımda deli divane olan Flash’ı, “Emel’cim bığak elimi” diyen Eylem Çağla’nın salıncaklarını, özgürce koşup zıpladığı yumuşak çimenleri, Emel’imle birlikte kapağını açtığımız termosumuzdan kupalarımıza damlattığımız demli çayın buharında seyre doyamadığımız deniz manzarasını bulmaya çalışacağım.

Belki izler bende yeni anlar ve hikâyeler için yeni sayfalar açacak. Böyle düşünmem yeter. Olasılıklara bir daha inanmak da…

Önümde insan seli. Ağırdan alıyorum. Vapurum yanaştıktan sonra iskelede bir süreliğine kalmasını sağlayan halatların babalara nasıl da sürtündüğünü bir daha görüyorum o anda. Bu görüntüyü de hafızama kazıdığım görüntüler arasına yolluyorum…

YOLCULUK DETAYLARI

Tur Tarihi: 26.04.2017; Çarşamba

ROTA: Beşiktaş >> Kadıköy (Vapur yolculuğu)

Beşiktaş İskelesi Kalkış: 11:15

Kadıköy İskelesi Varış: 11:40

Bir sonraki “Fenerbahçe Parkı” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Ada Yokuşlarında Sessiz Bir Yürüyüşün Ardından (Kınalıada)

(*) Sonraki Makale: “Takvimler Değişse de Kalamış’ta Fenerbahçe’de Huzur Değişmez

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!