Ada Yokuşlarında Sessiz Bir Yürüyüşün Ardından

Beşiktaş’tan Heybeliada’ya… Heybeliada’dan Burgazada’ya… ve nihayet Burgazada’dan Kınalıada’ya…

Bugünkü Adalar turumuzun sonuncu durağındayız: Kınalıada. Başlıktaki gibi Ada yokuşlarında sessiz bir yürüyüşün ardından sahilde çay içerek kafamızı boşaltabiliriz. Doğru; üç adayı aynı güne sığdırmaya çalışmak pek mantıklı değil. Ama hedef Doğada Tabana Kuvvet olunca o anlamsızlığı yıkabiliyor insan. Üstelik fotoğraflarda yaşarken bir başka kuvvetin de esiri olabiliyor.

Fotoğraflarda yaşamak…

Naklen böyle bir duygu. Büyük bir fotoğrafta yaşadık bugünü aslında. Zaten hep böyle olmuyor mu? Fotoğrafta yaşıyor derken, kendimizi bir fotoğrafın içinde görmesinden bahsediyorum. Susan Sontag, “Fotoğraf Üzerine”  adlı kitabında değinir bu meseleye. Kendimizi bir fotoğraftaymışız gibi görmeyi öğrenişimizden bahseder. Peki ya, şu yağmur çisentisiyle karışık bol güneşli 24 Nisan gününde içinde olduğumuz o fotoğraf, başkalarına nasıl gözüküyor? Güzel, çirkin, havalı, suratsız, anlamlı, anlamsız…

Kınalıada

14:45’te Burgazada’dan bindiğimiz motor bizi 15 dakika içerisinde Kınalıada’ya getiriyor. İskelede iner inmez çevreyi hızla kolaçan eden bakışlarla inceliyoruz. Her tarafta kendi halinde sessiz insanlar serpmesi. Kimse kimseyle ilgilenmiyor, kimse kimseye çalım atmıyor. Ruh gibi bir yurda gelmişiz gibi. Ha-ha-ha siz bir de yazın gelin görün diyor yetmiş beşlik delikanlı bir beyamca.

Tahmin etmek güç değil; yazın çok kalabalık olabilirliği konusunda kimseyle iddiaya girecek değiliz. Onun için baharda geldik zaten. Hem yürüyüşümüzü yapalım hem de kafamızı dinleyelim diye.

Bu arada Emel’ciğim, ister istemez ertesi günün mesaisini kafaya taktığından adada mahsur kalma kaygısıyla öncelikle şu dönüş saatimizi ayarlayalım diye baskı yapıyor. Haklı. Biz iki ‘freelance’ kafadara kalsa şuracıkta bir kamp atar, gece mehtaba çıkar, keyfimize bakarız.

Önceliğimizi organize etmek için Şehir Hatları iskelesine doğru yöneliyoruz…

17:50’de Beşiktaş’a gidecek olan vapurun, pardon motorun, zamanını tam olarak netleştirmiş bir gönül rahatlığı içerisinde şu küçücük adanın her tarafını gezebiliriz diyerek birbirimizin suratına bakıyoruz; acaba nereden başlasak diye?

Türkiş Kofi

Burası gerçekten o kadar küçük ki tüm adayı turlamak yalnızca 45 dakikamızı alabilir. Mesela şu pek bilinen Bab-ı Kafe’de oturup Türk kahvemizi içerek başlayabilir veya noktalayabiliriz turumuzu. Ama mekânın önünden geçerken sezonun henüz açılmadığını anlıyoruz.

Bab-ı Kafe’de eksik bir şey var sanki…

Şansımıza küsecek değiliz. Termoslarımızda yeteri kadar çay ve kahvemiz var. Önce şöyle yukarılara bir tırmanalım, o güzel küçük detayları yakalayalım, manzaraya iyice doyalım, dönüşte sahilde oturur günbatımında denizi seyrederek içeriz son kalan damlaları.

Yine sonrasında baktıkça gülümseyeceğimiz o fotoğraflardan bol bol…

Biliyoruz ki fotoğraf, özneyi nesneleştirir. Zaten bütün mesele de, kimin özne, kimin nesne olduğu gerçekliğiyle alakalıdır. Her fotoğraf, bakan kişiye göre farklı anlamlar taşıdığı için, o fotoğraflara nasıl bakılması gerektiği, fotoğrafın kendisinden daha önemli bir hale gelebiliyor. Bir sokağın miskin kedileriyle aynı fotoğraf karesi içinde bulunmak için itişip kakışmamızın, diğer paylaşımcıların her nedense hasetçi karşıt duygularla bakabileceği o fotoğraflarda övünç içinde yaşayacak olmamız gibi. Ya da herkesin kafasında kendine özgü bir Adalar turnesine ait başka bir fotoğrafın olması gibi… Aslında manzara aynı manzara, mekânlar aynı mekânlar, değişen sırf fotoğrafların sübjektif içeriği.

Şimdi, şu anda, Kınalıada serüveninin kendisi başlı başına önemli bir meseleyken, o fotoğrafta nasıl göründüğümüz bizim için daha önemli olabiliyor.

Hayatın akıp giden bir şey olması, bir fotoğrafın içinde yaşıyor olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor aslında. Nedir o fotoğraf? Gördüğümüzü sandığımız şey, aslında baktığımız şeyden farklı olabilir mi?

Ada yolları tırmanılır

Rıhtımı çalakaşık arkamızda bırakarak Çınarlı Köşk Sokak’tan yolculuğumuzu başlatıyoruz. O sokak, bu sokak derken tırmanış başlıyor yukarılara. Bir taraftan yorgun bedenlerimize hüküm geçirecek her türlü şamatayı eksik etmeden adımlarımıza ayak uydurmaya çalışırken, diğer taraftan yakalayabildiğimiz her ayrıntıyı atlamamaya gayret ediyoruz…

Sokaklar yine bize ve kedilere kalmış…

Yokuşun başında bir güzellik…

İstanbul’a en yakın, en küçük, en ağaçsız, en çıplak ada burası. Beşiktaş’tan kalkan normal vapur (veya şu garip motorlar) yaklaşık bir saate buraya varıyor. Belki bunun için Bizans zamanındaki ada sürgünlerinin çoğu buraya getirilmiş. Sürgünlerden tarihi karakter, Romanos Diogenes’i unutamayız. Malazgirt Savaşı’nda Alparslan ile savaşan Bizans imparatoru Romen Diyojen burada ölmüş ve mezarı da hâlâ adanın tepesinde. Kınalı’nın adı, bu adalarda bulunan demir ve bakır madenlerinden ileri gelen kızılımtırak renginden ötürü. Açıkçası Kınalıada’da geçmişle ilgili daha fazla bir şey bulmak olanaklı değil.

Sirakyan Evleri

Evet, konut alanında bol miktarda beton yapı arasında en sevimli binalar iskele yakınındaki ikiz yapı “Sirakyan evleri” olduğunu söyleyebilirim.

Cami, Kilise ve Manastır

Gözümüze çarpan en ilginç kamusal yapı ise kıyıdaki “çağcıl” Kınalı Camisi. Murat Belge’nin kendi şehir anılarında Kınalıada için aktardığına göre: “Türkiye’de Müslüman halk birçok bakımdan bağnaz olmamakla birlikte caminin alışılmış görünüşü konusunda hayli muhafazakârdır Örneğin bir Türk mimarın bir ölçüde modernleştirilmiş bir cami projesi burada beğenilmemiş, ama Pakistan’da kabul edilerek yaptırılmıştı. Dolayısıyla, yetkililer, modernizme verilmesini gerekli gördükleri bu tavizi, Adalar’ın görece izole atmosferlerinde barındırmayı uygun bulmuş olmalılar.”

Turumuz boyunca karşılaştığımız gibi Adalar’da kurulan ilk ve tek Ermeni Gregoryen kilisesi Surp Krikor Lusavoriç, Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı Kınalı’da olduğunu da şu satırlara ilave etmeliyim.

Manastır Tepesi diye bilinen yerde ise Rum Ortodoks Hıristos Manastırı var. Şimdi biz de pusulamızı bu manastırın bulunduğu tepeye doğru çeviriyor ve dik yokuşu tırmanmayı sürdürüyoruz.

Buranın Sokakları Sanki Amfi Tiyatro

Yeminle pusula en ilkel alet. Bütün asrilik pergel’de. Yani bacak kuvvetinde.

Emel’ciğimin gözü yemedi işte. Aşağıya mı tırmansak der gibi bir bakışı var… 🙂

İlk bakışta düz bir yokuş görüntüsü var. Ama kavşağa gelince yenisi, üstelik bir pergelin bacaklarımızda hissettiğimiz sıcaklığa duyduğu üzüntüden olsa gerek, ağzını bile açamayacağı o geniş açıya eğim veren bir yükselti ile devam etmesin mi! Pergel ne yapsın?

Boşuna dememişler açalım pergelleri diye!!!

İşte ‘gara sevdaluk’ bugünler içindir…

Sırtta barbar bir 20 kilo varmış, bana ne, duymam o zevk-i yükün mecnun ağırlığını. Gerekirse sırtımda taşırım hayat yoldaşımı, yine de ağlayıp sızlamam. Amma… Düşünün bir de yaş gelmiş seksene mesela… Biz aynı yokuşu elde şemsiye yerine bastonla tırmanıyoruz. Ah Kınalı, vah Kınalı diye mızıldanmanın kime faydası olur ki? Kim duyar seni, senden öte, kendinden başka?

E, olacağı işte bu!

İster misiniz ten kudurtsun beni

Çıtkırıldımlar! Kemana yatırırsınız aşkı siz.

Sıradaki uzun soluklu turnelerimin kaderini düşünmeden evvel, bahar havasını içime çekip güneşin önündeki bulutları bakışlarımla çekmeye çalışıyorum; çünkü güneşi özlemiştim ve bulutlar zırt pırt güneşle arama girip duruyordu. Bakışlarım bulutları hareket ettirebilir, ama sadece bulutları, o da rüzgârın yönünde. Bulut insanım ben. At kafalı insanlar gibi, bulut kafalı insanlar da vardır, Mayakovski örneğin, “Pantolonlu Bulut…

Geleneksel seçim ve siyaset biçimlerinden insanların duyduğu hoşnutsuzluğa kayıyor aklım sonra. Referandumun üzerinden tam bir hafta geçmiş, seçmece-tartışmalı plebisit yapılalı ama sonuçlardan dolayı duyulan bu hoşnutsuzluk yeni kavgalara hamile olacak görüntüsü veriyor. Eskiden de böyleydi. Bu tarz hoşnutsuzluklar, siyasetin seçime yönelik olmayan hareketliliğinde bir yükselişe neden olmuştu bir zamanlar, yatay örgütlenme modellerinden, radikal demokrasiden konuşurduk uzun uzun. Sonra kimlik sorunları, güç ve korku üzerinden dünyada ve elbette Türkiye’de totaliter bir tırmanış yaşandı. İnsanlardaki sisteme yönelik hoşnutsuzluğun siyaseti dönüşüme uğratma ihtimalinden korktukları için olsa gerek, iktidar sahipleri, dünya savaşını bile çıkartmayı göze alacak bir hırsla hareket eder oldular, kontrolsüz güç ve yetki arzusuyla… Velhasıl 16 Nisan Pazar günkü seçim, toplumsal kamplaşmayı çözerek insanlara bir arada yaşama ümidi verebilirdi belki. Ama görünen Kınalı tepesi bir rehber keşiş istemiyor. (Bunu ‘görünen köy kılavuz istemez’ deyiminden esinlenerek yazdım.) Eminim bir süre daha çılgın şeyler gelecek başımıza.

Hayallerinin peşinden tırman nasılsa yorulacaklar bir gün

Yürüyüşümüz, ağaçlı bir sokaktan diğer ağaçlı sokağa varıyor, rengârenk çiçeklerin açtığı ağaçların ardındaki zirvenin üstünde bir hayali oturak daha görünüyor. İnanılmaz ama gerçek! Serap görüyoruz resmen. Sanki çölde susuz kalmış da susuzluktan serap görür gibi bir haldeyiz. O koca merdivenleri nasıl bir oturağa benzettik, hayret bir şey!

Emel hanım oysa daha güzel bir fikir atmıştı ortaya. Bak göreceksin, orada duvara çizmişlerdir o oturağı. Maşallah karikatür gibiyiz vallahi.

Ne somut bir oturak, ne somut bir duvarda soyut bir çizgi… Basbayağı merdiven basamakları işte. Ama enerjisi tükenmiş insan aşağılardan, tepeye iyice yaklaşmadan, göremiyor ki o yorgunluktan. Tamam, belki de en kısa zamanda serap gözleri bakıma aldırmamız gerekecek… Bastonlu ve çengel gözlüklü iki ihtiyar simge… Muhteşem!

Orda bir manastır var uzakta

Manastır’a çok yakın bir bölgedeyiz.

Ancak kızımız görünürlerde yok. Yeşillikler arasında kayıp. Annemiz telefonuyla irtibat kurmaya çalışıyor. Bense yol üstünde gördüğüm en insanoğlu icadın üstüne odaklanmış, çevreye bakınıyorum, bu kırmızı boyalı muhteşem aletin sahibi nerelerde olabilir diye. Belki bir tur atmama izin verir, diye geçiriyorum. Hem böğürtlen toplamaya filan çıktıysa kendisine fevkalade yardımcı olabiliriz. Arazide arazi olmak bizim işimiz…

Meğersem Eylem çekim manevrasındaymış…

Hayali oturağımızı, içimizde sırf kupkuru bir hevesi kalan kırmızı boyalı motorumuzu ve hatta yokuşlu yolların ense kökümüze tırmandırdığı o insafsız yorgunluğumuzu arkamızda bırakarak yeşilliklere doğrultuyoruz adımlarımızı. Artık tatil günü filan mıdır, bilemeyeceğim, o çevresi tamtakır Manastır görünüyor. Etrafta yine o Adalar’ın yüksek tepelerine sinmiş derin sessizlik ve ıssızlık hâkim.

Her seferinde kenarından geçerken yolculuk ettiğimiz şu Adalar denizinde, birden bu Manastır’ı daha önce defalarca gördüğümü hatırlıyorum. Bu keşişhanede çekilmiş eski Yeşilçam filmleri var mıdır acaba? Hani papazların şu sırlarla dolu bahçede ayrıldıkları ve kavuştukları sahneler geliyor gözümün önüne. Ne bileyim, Yeşilçam filmleri denilince benim aklıma ilk gelen replik, “Bedenimi alabilirsin ama ruhumu asla” sözü olur.

Film seti gibi görmüş geçirmiş bir tepe

Manastır dışındaki çayırlıktan aşağılara, deniz manzarasına bakarken çocukluğumu hatırlıyorum bir yandan. Başka bir şey yok muydu buralarda, yani bu topraklara ait ruh… Ne oldu bu adanın ruhuna, bedeni para babalarınca yağmalanınca? Neymiş yazları çok güzel oluyormuş. Millet hurra denizine akın ediyormuş. Plajına rağbet çokmuş. Iııı, vıcık vıcık kalabalıklar… Ben almayayım. Demek ki bedenin alınınca ruhun kaçıp gidiyor, ölüyor sonra beden. Yeşilçam repliğinin derin anlamını bulduğumu sanıyorum, şu Manastır’ın bahçesine gömülmüş ölü yaşayanları düşünerek.

Bu otomobil geçmez asfalt yola yüzünü çevirmiş, neredeyse bütün cephesini kır çiçeklerine dayamış, Adanın tamamını kuşbakışı gören bir tepenin ortasında, içerlek bir araziye bırakarak oturmuş, arkasına da koskoca maviliği, denizi, almış Manastır, o çekip giden ve dönmeyecek şeylerden arta kalan büyülü bir obje gibi geliyor bana o an.

Onun gibi, biz üç hayalperest de etrafa yayılıyoruz gönlümüzce; ve eksantrik fotoğraflar çekmeye devam ediyoruz.

Ateşli mırmırlar dünyasında bir divane gezenti…

Misler mi kokmuş-muş… hele bir bakiiiim…

E, tabi, Mine Mutlu ile İzzet Günay’a öykündük, Yeşilçam diye bir örnekseme yaptık kendimize; “O Ağacın Altında”ya dokunmadan sözlerimizi nasıl bitirebiliriz… Hani gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz, hep el ele vererek hayaller kurduğumuz, kimi üzgün, kimi gün neşeyle dolduğumuz, o ağacın altını şimdi arıyor muyuz? Aramaz mıyız; arıyoruz ve buluyoruz… İşte o güzel günler için yeniden yanıyoruz, attığımız tarihte çizdiğimiz o kalp çiziktirmelerinde, silinmemiş duruyor, hepsi yerli yerinde. Dün gibi. En güzel şarkıları söylerdik, şimdi yeniden, yeniden söylüyoruz.

Buraya kadar gelmişiz; bir de Manastır’ın duvarlarına yazalım adımızı…

Boşa gitmesin…

Çıkın da gelin konuk odasından

Otların üzerinde dengede durmaya çalışarak yol kenarına doğru yürüyorum. Sonra yağmur çiselemeye başlıyor, ya da ben öyle olmasını istediğimden, ileride gökyüzü açık ve bulutların arasından güneş ışığının süzülüşü, gökyüzünden açılmış bir ışık tüneli gibi görünüyor. Çocukken o ışık tüneliyle başka dünyalara geçebileceğimi düşünürdüm. Şimdi öyle şeyler düşünmüyorum, çünkü otların kenarındaki keşişhane yapısının üzerinde yine o kutsal ve o bakışlar. Bizim başka dünyalara, hayal gücüne ve en önemlisi bedenimize ruh üfleyecek gezgin fikirlere ihtiyacımız var. Okyanusların, kutupların, derin yarların, yüksek yaylaların ötesini görmedikçe dünyayı göremeyiz.

Arkamdan gelen bir konuğumuzun miyavlama sesi…

Eylem Çağla felfellemiş olduğunu nihayet kabul ediyor… Zordur, insanın kendini kabul etmesi gibi şeyler…

Emel Hanım ise benden buraya kadar, ben dönüş için hazırım artık demeye getiriyor…

Teatral Yollardan Rıhtıma Doğru

Evet, iyi ki şu bahar zamanında çıktık alaca Kınalı’ya. Göründüğü kadarıyla adanın arka tarafında küçük ve çok güzel bir koy var. Burası denize girmek için, tenhalığı tercih edenlere Tanrı’nın armağanı gibi sanki. Ama son yıllarda tenhalığı tercih edenlerin sayısı da iyice arttığı için hiçbir yerde tenhalık kalmadı ya, bu da başka bir şey…

Oysa insan bu adada doğa ana ile baş başa kalabilir, yalnız, yapayalnız, kitap okuyabilir, müzik dinleyebilir, sessizliğin tadını çıkarabilir, dergi karıştırabilir, ya da benim gibi bir ekip arkadaşıyla gelir sohbet ederek yokuşları tırmalayabilir, kır çiçekleri toplayabilir, sepetteki sandviçlerden ısırıklar alarak harika bir zaman geçirmek için hülasa kendisine kıssadan hisse ne düşüyorsa onu yapabilir.

Artık dönüş yoluna burnumuzu sokabiliriz…

Önümüzdeki bir noktaya bakarak geri geri yürüyoruz. Şemsiyeli beyefendiler, hanımefendiler geçiyor yanımızdan. Sanki Üsküdar’dayız, Salacak kayalıklarına kâtip olacağız. Notasız şarkılar duyuyoruz, Manastır’dan çarşı içerisine inen buğu evinin arlanmaz çekiciliği boyunca. Geri geri yürüdükçe kim olduğumuzu unutuyor, rüzgârda uçuşan bir tüy gibi hafifliyoruz. Ama şunu hatırlamakta fayda var: “Adalar tarihi, hiçbir zaman durmaz!

Vardık, varız, var olmaya devam edeceğiz…

Kıyıda Mırıltılı O Güzelim Şarkı

Hava bugün ara ara yağmur çisentisiyle karışık, günlük güneşlik olsa da, görünmez bir el, her yeri ıssızlaştırarak yalnızlaştırmaya devam ediyor aslında. Başkaları yakınımızda olsa bile, kuytuluğun içerisinde onları göremediğimiz için gerçekte yokmuşlar gibi geliyor. Onlarca kişinin kahvelerde, restoranlarda, park meydanında vefakâr dostlarını aradığını göremiyoruz mesela? O ıssızlığa susku ve gevezelenmemekten yayılan sis de eklenince, göz gözü görmüyor artık.

Sanki Beyazıt meydanındayız. Birbirini dinleyecek mecali ve tahammülü olmayanlar, kendilerini kuşatan bölüngü iklimine uyum sağlayarak, ezberledikleri fikirlerin kendilerine ait olduklarını sanıp dua eder gibi tekrarlayıp duruyorlar aynı şeyleri. Zaten bir bakıma ezberlenmiş ya da ezberletilmiş fikirler değil mi, bizleri geri geri yürüten?

Kimileyin anlamın usul usul çekildiğini üzülerek ayırt ederiz. Durup dururken bu cümle. Bir yerde mi okumuştum, kendim mi uydurdum? Belki de biri söylemişti. Kim?

Hem sonra hangi anlam?

Anlam… Yine de aşkı andırır çağrışımlarla geliyor anlam. Bazı bahar sabahlarını… Bu şehirde bahar mevsimlerinin sabahlarını hatırlıyorum. Derin fakat sebepsiz bir sevinçle uyandığım o sabahlar, içimde çılgıncasına yaşamak aşkı! Pek sık duyduğum yaşamak aşkı.

“Ada sahillerinde bekliyorum / Her zaman yollarını gözlüyorum”

Adalar geçiyor içimden. İçimizden. İstanbul’un adaları. Kâh Heybeli’deyiz, kâh Burgaz’da; Kınalı da olabilir. Deniz, hafif parçalı bulutlu gökyüzü, ilkbahar esintisiyle çırpınan tente… Yalnızca ayrılığın acı anlamını taşıyor bu görüntü, bellekte çakıp sönen.

Ne güzel geçti bütün gün… Gündüzler yokuşlu yollarda, bayır aşağı kaldırımlarda, uyurgezer rıhtımlarda… Küçük banklarında bir bardak bir şey içilmiş deniz kenarları üçer beşer geçiyor, duruyor, siliniyor, başımız dönüyor.

Isırdığımız domatesin kokusunu içimize çekiyoruz. Küçük kâsede yeşil erik. Taze asma yaprağına kuşanmış zeytinyağlı dolma. Midye tava, karides ve ızgaradan çıkmış balık. Yanında buz gibi biralar. Böylece hayali mevsimler, düşsel mevsimlerin mor salkımlara bürünmüş anlamı.

Hepsi boşuna. Bunlar birer anı bile değil. Yalnızca anı iskeleti.

Anlam bizden el ayak çekmiş…

Bittabi ada yolları gözlenir ve özlenir [Kınalıada Hatıratı]

Hristos Rum Manastırı
Manastır’da Üç Güzelleme
Orada mıdır yoksa tanıdıklarımız?
İkimiz bir fidanız
Aramıza girmesen olmazdı zaten
Sen çekil bakiiim şöyle, biz kalalım baş başa
Kınalıada sokaklarında mırnav defile
Sirakyan ikiz evleri
Yosunlu bir meltem sardı yüreğimi
Ada çayı ılık tutuyor hayallerimi

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 24.04.2017; Pazartesi

ROTA: Beşiktaş >> Heybeliada >> Burgazada >> Kınalıada (V) >> Beşiktaş (D)

Güzergâh Seyri: Beşiktaş >> Heybeliada İskelesi >> Heybeliada Yürüyüş Turu >> Heybeliada Mavi Marmara Hattı >> Burgazada İskelesi >> Burgazada Yürüyüş Turu >> Burgazada Mavi Marmara Hattı >> Kınalıada İskelesi >> Kınalı Çarşı Caddesi >> Çınarlı Köşk Sokak >> Kınalı Fırın Sokak >> Manastır Caddesi >> Hristos Rum Manastırı >> Kınalıada Şehir Hatları >> Beşiktaş (D)…

Turun niteliği: Ada etkinliği ve sırt çantalı idman yürüyüşü

Tur mesafesi: 70 km

Yürüyüş mesafesi: 12 km (Kınalı: 3 km)

Toplam kat edilen araç mesafesi: 58 km (Beşiktaş-Heybeli arası 17 km.. Heybeli-Burgazada arası 4 km.. Burgazada-Kınalıada arası 4 km)

Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs, Şehir Hatları Motor, Mavi Marmara Hattı

Toplam tur zamanı: 13 saat (07:00~20:00)

Toplam yürüyüş zamanı: 4 saat (Kınalı: 1,5 saat)

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI

Ulaşım: 41,40 TL

Yeme-içme: Kişisel “Beslenme Sepeti” & Ekstralar 15,00

Diğer: 9,00 TL

Toplam Masraf: 65,40 TL (3 kişilik)

Bir sonraki “Kadıköy” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Çekilip Boş Yollardan Bir Sait Faik Rıhtımına İniyoruz
(*) Sonraki Makale: “Ne Zaman Maviliklere Baksam Kadıköy Seni Anlatır Bana
>>> [iÇERİK dİZİNİ]
error: Content is protected !!