Atilla İlhan bir şiirinde diyor ki: “Göğsüne yeşil mürekkeple Margot’nun gözleri oyulmuş.. Her gittiği yere bir tutam Sigarillo dumanı götürecek.. Margot’nun paketinden bir siyah götürecek kusuk siyah.. Kendine geceler boyamak için İzmir’de İstanbul’da.. Nasıl yapıyor bilmiyorum bir türlü aklım almıyor.. Beyoğlu’ndan St-Placide’e çıkıyor Basmane’den Passy’e.. İzmir’de 15945’ten soruyorsunuz gitti diyorlar.. İstanbul’da siyasi polis bile adresini bulmamış..”
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/002
Esinti Tarihi: Cuma, 03/02/2017
Konu gezegenin bütünü olunca, evden ayrılıp, Saros’u arkada bırakınca, İzmir’i, İstanbul’u bilemem ama bir deli yürek Kapıkule’den veyahut Sarp Kapısı’ndan attı mı dışarı kendini, tutabilene aşk olsun!
Hangisi daha meydan okuyucu? Gitmek mi zor, kalmak mı?
Bence her ikisi de eşit derecede zoru paylaşır… Üstelik ömrünün önemli bir bölümünü aritmetik, finansal matematik, cebir, logaritma, trigonometri denklemleriyle geçiştiren biri için bu sorunun cevabı ne kadar kolay görünse de kazın ayağı öyle değil işte. Gitmeyi kafaya koyan biri için gitmek ne kadar kolay, kalmak ne kadar zor ise; kalmayı çaresiz kabullenen biri için de kalmak o kadar kolay, çekip gitmek ise o denli güç bir psikolojik hamle olacaktır.
Giden kafasını göğe, maviliklere dikerken, geride kalan başını yere eğecek, karalar bağlayacaktır. Kolaylık veya zorluk, geniş fikirlilik (razı olma) ya da dar kafalılık (cayma) işte bir denklemin ‘x’ veya ‘y’si kadar komplike bir hayat anlayışıdır.
Ben çekip gitmesem, çıldıracak olanlardanım.
Yüreğimin sesine kulak verir, kafama söz geçiririm.
Kimileri ise kendilerini bayağı akıllı sanır, kafalarınca aklın sağduyusuna güvenir ve duygularını ezmekten çekinmezler. Benim böylesi bir tipoloji ile yakın bağlar kurmam hiç ama hiç mümkün değildir. Onlar kendi yoluna, ben kendi yoluma…
ÜTOPYA
Doğru; canlı canlı dünyaya açılmak ÜTOPYA’sı hiç de kolay gerçekleştirilecek bir aktif beklenti değildir. Oldukça zahmetlidir. Cesaret ve romantizm ister. Düşünceye olduğu kadar icraata da âşık olmak ister. Güçlükler karşısında pes etmeyi değil, mücadele direncini yükseltmeyi talep eder. Duyguları ezmeyi değil, bilakis, duyguları en üst seviyeye çıkararak akıl ile yoldaşlık yolunu beller.
Dikkat ederseniz hiç işin ekonomisinden bahsetmiyorum bile. Çünkü dünyaya açılmak hiç de öyle düşünüldüğü gibi pahalı bir sistem değildir. Ama siz kalkar düşlerinizdeki BİSİKLET TURNELERİ’ni turistik bir geziye çevirirseniz o iş başka. Sizi daha yarı yola gelmeden yolda bırakacağından emin olabilirsiniz. Oysa çok geniş bir yelpazede bisikletli gezgin olmanın çok yönlü tarafları vardır ve bu kişiden kişiye farklı özellikler taşır. Kimileri iki sadık dostuna güvenir yollara düşer, kimileri çifttekerini alır daha maceralı bir yolculuğa çıkar. Açıkçası; motoru kükreyen hızlı araçlar ise cebiniz sağlamsa en konforlu olanıdır. Hepsinin sonunda gezgini bekleyen kocaman bir dünya vardır, görmek ve keşfetmek istedikleri.
İnsan niye kocaman bir dünyayı gezmek ister?
Yeryüzüne açılmanın sık düş görme, kalp ritimlerine tavan yaptıracak biçimde aşırı haz duyma, fırsat varken iki veya dört ayaklı canavarlardan kaçma, kimseleri tınmayacak denli çılgınlık etme, herhangi bir yerde çakılıp kalmakla baş edememe, yollarda düğün gibi düğümlere yol açabileceği ortadayken, insan niye yine de özlem duyduğu büyük bir dünyayı gezmek ister?
Belki de Çelebi, içindeki Evliya’yı öldürmese çıldıracaktı. Belki öldürünce çıldırdı, çıldırınca gezgin oldu ve “Seyahatnâme”sini yazdı. Bilemiyoruz. Esasen Habil’le Kabil arasında ne geçtiğini de bilemiyoruz. Yani belki de ilk taşı hiç günahı olmayan attı. Kim bilir? Bildiğimiz tek bir DÜNYA var ve hayatımız sandığımızdan çok kısa.
Bu DÜNYA ki, başka bir dünyanın cehennemi mi, yoksa cehennem sahiden başkaları mı? İçinde miyiz çemberin, yoksa büsbütün dışında mı? Karadelik gizeminden daha beter bir durum.
Gezgin (gezenti) olmak ya da olmamak mı, ‘olsak da olur’, ‘olmasak da’ mı? Bir başka ifadeyle, cesareti toplayıp, kalbimizin sesini dinleyip, yollara koyulmanın aklımızı çelmesi mi, “otur, oturduğun yerde sana ne lazım dünya, münya” diye bas bas bağıranlara karşı gönlümüzün razı olmayışı mı? Bize bir küre armağan etseler yer yerinden oynar mı? Bildiğimiz tek şey, hiçbir şey bilmediğimiz mi acaba?
Merak kuşku ile birleşince insanın içini kemirmeye bir kere başladı mı, çık çıkabilirsen o çemberden…
ÇIKIŞ KAPISI
Bir ‘Çıkış’a yönelince ister Batı Kapısı: Kapıkule, ister Doğu Kapısı: Sarp Kapısı olsun hiç fark etmez… İşin doğrusu bildiğim bu ülkeden dış DÜNYA’ya açılan en az yirmi sınır kapısı mevcut. Seç birini kendine hediye et…
Yaşadıklarımdan öğrendiğim oturarak, yerinde sayarak, bir şey olmadığı. Bu çok açık. ‘Gır-gır-gır’ düşünüyorum diye var olduğumu iddia etmek ise, şu yaşadığımız çağda, en iyimser ifadeyle ahmaklık olur. İşte tam da bu nedenle, rüzgârı arkama alıyor, fırtına oluyor, o kapıların birinden, harbiden geometri bildiğimi iddia ettiğim için çıkıp gidiyorum. Sadece bu mu? Coğrafya bilgime de en az onun kadar güvenirim ben. Beşeri ilişkiler ve sosyoloji bilimine de hiç uzak değilim.
Evet, yalan yanlış bir masal değil, bu büyük bir ütopya. Özgür DÜNYA’ya yelken açıyorum. Belki o ardımda bıraktığım kapı ya da kapılar da artık orada değiller. Yoklar. Durduk yerde herhangi bir sınır kapısıyla aramda Platonik bir ilişki kurmamın lüzumu yok. Bu şekil konularda her türlü Aristocuyuz ya(!)
Dünyanın gezginleri bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendilerini büyük bir kâşif olarak bulsalar, dünyayı biz insanlara dar etseler, ne yapsa yaranamadıkları insanlığı bir lokmada yutsalar…
Robert Falcon Scott’un kızak çeken birbirinden güzel ve güçlü Husky köpekleri motorlara yenik düşmeseler, Amudsen’in diktiği bayrak direğine daha önce ulaşsalar…
Hemingway’in emektar “İhtiyar Balıkçı”sı, öykünün epilog bölümünde dev aslanların değil mikroskobik börtü böceğin düşünü görüyor olsa…
Ya diğer tuhaf kahramanlar?
Misal, Kaptan Ahab mavi dalgaları delip deşip karaya çıksa ve orada ilk gördüğü yel değirmenleriyle dövüşse her birini un ufak yapsa; Don Kişot, Panço’suna aldırmayıp bir ışıtaç balinanın peşinde lacivert sularda sürüklense, biz Düldül’e binip dıgıdık dıgıdık Daltonlar’ın izinden sürsek…
Sadece doğduğun, yaşam sürdüğün ÜLKE’ni değil, DÜNYA’yı pedallamak meselesi çok acayip. Bisikletle gezmek yetmez, insan gördüklerini, yaşadıklarını da yazmalı. Kaçıp saklanıp bir yerlere, inzivaya gerek yok.
En iyi bildiğim gerekçe Sait Faik’in “Yazmasam çıldıracaktım” sözü. Ben buna bir de şöyle ekleme yapmakla şeref duyuyorum: “Ölmeden önce dünyayı doyasıya gezemezsem ve gezdiğim yerlerde yaşadığım anıları kaleme alamazsam çıldırırım!”
Hangi neden olursa olsun ‘grand’ BİSİKLET YOLCULUĞU düşüncesi bende nefes alma fonksiyonu gibi dolaşıyor o nedenle geziyor ve gezdiklerimi kaydediyor, kâğıtlara döküyorum. Koleksiyoner arşivim birbirinden detaylı kâğıtlarla, renkli post-it’lerle ve canlı fotoğraflarla dolu. Hayat deneyimleri ve hatıratları konusunda arşivcilik benim için hayati bir mesele. Çünkü eğer bunu yapmazsam ben işte o zaman ölürüm; ya da en külfetsiz bir ihtimalle çıldırırım.
Derdim kâşif olmak mı?
Yok, canım, hiç öyle şey olur mu? Benim meselem limitsiz özgürlük düşkünlüğü bir yana torunlarıma masallar anlatmak; çocuklarım büyüdü ve artık ben başka kime hikâye anlatacağım ki!!! J
Ne demişti İlhan: “Üstüme varma bulutları tutamam.. Böyle paldır küldür gideceklerdir.. Gelmezsen fark etmez kimseyi aramam.. Asıl sevdiklerim en içimdekilerdir.. Onlarla yaşarım eğer yaşarsam..”
Konu uzun ve fazla çatallı...
Daha ilk cümlesiyle okuru düşler âlemine yollayan, trans halleriyle sarmalayan deplasman efsanelerinden de bahsetmek istiyordum aslında ama bu bir ‘giriş yazısı’ için epey uzun bir prolog oldu. Sadece kocaman yürekleriyle iki ayaklarına ve iki teker araçlarına güvenerek cesaretle yollara düşenlere selamlarımı ve en sıcak, en samimi duygularımı yollamak istiyorum. Her birini ayrı ayrı yakından izliyor ve “Ne mutlu biz çift tekerlekli bisiklet gezerlere!!” diyorum.
Başımı, fırtına yüklü Kuzey Doğu Denizi’nden bir mil kadar yükseğe kaldıran tek bir dağdan oluşmuş adanın büyücülerine çeviriyor, Napoli kıyılarındaki Isola La Gaiola Adası’nın lanetinin sırrını merak ediyorum. Ah, işte bu ilgi, bu arsız heves yok mu yüreğimin pır pır atmasının sebebi ziyareti oluyor. Ve siz de çok iyi bilirsiniz, nasıl ki, Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den başlar, Istranca dağ zincirinin muhteşem longoz ormanları, tatlı su kaynakları ta İstanbul’dan başlar ve Trakya’nın Karadeniz kıyılarına paralel olarak Bulgaristan’a kadar uzanır.
Yeter ki yüreğini kafasına koyan kişi aradığı kapıyı bulsun…
Bir sonraki esintide görüşmek üzere…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***
(*) Önceki Makale: “Bisiklet Dünyası (Manşet)“
(*) Sonraki Makale: “Kapı Aralığı (Ütopya)”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]