Durmadan Karar Değiştiriyorum Ne Yazık ki Bu Sübjektif Eylemi Durduramıyorum

Yol fikirleri bulamaç gibidir. Her yeri gezip görmek istersin. Gaza geldiğimden beri aslında kafamda belli başlı yerler vardı ziyaret etmek istediğim. Kimini transit geçerek, kiminde bir gece veya daha fazla konaklayarak. Ama gelgelelim fikirler ortaya konmaya başlayınca güzergâhların seyri de rengi de değişmeye başladı.

Küçük mutluluklarımın en büyüğü olan raylı tutkumu bir tarafa koyarsam su tutkum da daha çok küçük yaşlarımdayken başladı. Bu yüzden olsa gerek yaşantımın her parçasında sulak bölgeleri tercih ettim. İlla bir deniz olmalıydı mesela, bir göl, bir nehir, olmadı bir gölet, bir dere, hatta bir çay, bir çağlayan mutlaka olmalıydı.

Gerçi yüzmeyi bana öğretmeye kalkanların sayesinde çok boğulma tehlikeleri atlatmışımdır her ne kadar korkmazsam boğulmayacağımı bildiğim halde. Şırıl şırıl suya olan aşırı ilginin bebeklikten gelen bir işaret olduğuna eminim. Çünkü bebelerin doğal ortamı su değil midir? Ceninler anne karnında su içinde yaşamazlar mı dokuz ay boyunca? Ben de istisna olmayacağıma göre suyun her şeklini her insanoğlunun sevdiği kadar severim. Keşke bir de bunu kanıtlayacak tüy gibi dalgalı saçlarımın kafama yapışmış, yüzüm gözüm su damlacıklarına karışmış, ıslak, keyifle yüzdüğüm bebeklik fotoğraflarım olsaydı. İşte o zaman kendimden emin derdim ki beni korkutan suyun kendisi değil, kreme batırılmış sıcacık tenime değen buz gibi suyun soğukluğu.

Mesela;

Bir keresinde Karadeniz sahilinin Riva’sında ablamla test etmiştik. Korkuya kapılıp suda çırpına çırpına boğulur muyuz diye? Ramak kalmıştı eğer oradan geçen bir balıkçı sandalı içindeki cesur ağabey olmasaydı. Oysa biliyorduk her bedenin mutlaka su üstünde kalabildiğini; yeter ki korku dağları aşıp akla düşmesin.

Sığ sulardan korkmadığımı bilen ailem beni kumsalda kendi halime bırakırlar kendi başıma suyla oyun oynamama izin verirlerdi. Daha sonraları derin sularla tanışma vaktimin geldiğini anlayan ağabeyim Sedef Adası’nın depderin akvaryumunda beni şakacı arkadaşlarının kollarına bırakır suda çırpınmamı gülerek izlerdi. Ama olsun; bata çıka su üstünde kalmayı başaracak ve kurbağalama yüzmeyi o uzun deneyler sonrasında öğrenecektim. Hatta klâsik stil olarak kurbağalama yüzmeyi adet edinecek ve kulaç atarak yüzmeyi ikinci plana atacaktım.

Güzel günlerdi…

Bir “Şakacı Sokak” vardı ve o sokağın penceresinden yıllar geçmişti

Yaz aylarını iple çekerdik. Kazasker’deki evimizden Suadiye istasyonuna bir çırpıda giderdik. Trene bindiğimiz gibi soluğu Güzelyalı’da alırdık. Çocukluk hatıralarımda kalmış trenlerin, tıpkı bahçeli evlerim, sokaklarım gibi, deniz kokulu olduğunu, “ŞAKACI SOKAK” ve “ANILARIM” içinde yer alan benzer hikâyelerde anlattığım gibi kendimi tekrar etmeyi göze alarak, ısrarla söylememin nedeni bu. Modern zamanlara ayak uydurarak ve nerede bir su parçası var, o kıyıları taşla toprakla molozla doldurarak, üstüne da zifti bir güzel boşaltarak, yapılan çağdaş yollarla şimdi çok kolay ulaşılabilen Süreyya Plajı, Kartal, Kurtkiremit, Güzelyalı vesaire benim için o zamanlarda küçük birer yolculuk uzaklığındaydı.

Sabahın kör saatlerinde başlayan hazırlıklar da yolculuk duygusunu beslemeye yeterdi zaten. Çantalara, örgülü filelere konan, özenle yerleştirilen sadece mayolarla havlular değildi, mis kokulu güneş yağları ve kremleri de değildi, bütün gün boyunca plajda, kumsalda kalınacağından, evlerde hazırlanan binbir çeşit yemeklerdi de. Evler dedim özellikle; çünkü o tarihlerde mahallenin konu komşusu toplanıp hep beraber kalabalık bir konvoyla, cümbür cemaat gidilmesi adettendi. Neler götürülürdü, neler yenirdi? Neler götürülmez, neler yenmezdi ki! Fotoğrafların ve kulaktan kulağa oynanan sözlerin dahi silemeyeceği kilimler, tüpler, çaydanlıklar, termoslar, tencereler, tepsiler, kahvaltılıklar, zeytinyağlılar, poğaçalar, börekler, tatlılar, karpuz kavunlar, çilekler ve diğer mevsimlik meyveler, şişelerin dibi görünecek rakılar, biralar, mezeler, kuru yemişler…

Dolu mutfakla gidilir, boş mutfakla dönülürdü. Güneşlenmenin getirdiği acılara ise bir kepçe yoğurtla bandaj yapılırdı.

Sırt çantalı gaza gelmek de böyle bir heyet.

Hayalimdeki Rotalarda Yürüyorum

Kendimi daha çok koynunda hissettiğim maviliklere ve yeşilliklere doğru yol alıyorum. “Bir dünyalılık var, bir de Dünya’da tabana kuvvetlilik” diyorum içimden. Gülümsüyorum. Dudaklarımın saklayamadığı dişlerle nereden nereye gelmiştim. Çocukluğum, ilk gençliğimin neredeyse tamamı, hiç arkama bakmadan uzaklaştığım labirentlerde, Kadıköy yakasında, Kazasker’in, Kozyatağı’nın, Şenesenevler’in, Erenköy’ün, Bostancı’nın, Suadiye’nin, Maltepe’nin, Kartal’ın, öte tarihi yakada ise, Mecidiyeköy’ün, Şişli’nin,  Karagümrük’ün, Edirnekapı’nın, Hadımköy’ün, Çilingir’in sokaklarında geçmişti hâlbuki. Delikanlılık yıllarımın Londra’sını, her kapısı bir parka açılan dar sokaklarını, insanın baş döndüren ışıltılı çarşılarını, nehir kenarında kurulan sahaflarla birlikte sevmiştim. Yaşadığım evlerde Whitechapel’ın, East Ham’ın, Clapton’ın, Hackney’in, Dalston’ın, Turnpike Lane’in izleri vardı. Oraya bu satırlarla bile dönmek, üstelik sırt çantasının heybetli yükü olmadan, birçok kez dönmek… Bu yeni, planladığım uzun yürüyüşümde de yeniden dönebilme duygusu. Adımlarımın beni götürebileceği o kadar çok hikâye var ki…

Gelgelelim “Doğada Tabana Kuvvet” ülkesi bana yılların akışında, başka bir aidiyetin sınırları içinde kalmanın yolunu da açıyor. Ben de o iç yolculukların yolcularından biriyim artık. Hem de farklı zaman ve farklı mekânda. Bu coğrafyadan, tüm yaşadıklarıma rağmen kopamıyorum bir türlü.

Tahammülü zor bir matkap sesiyle yerimden fırlıyorum. Gır gır gır, uğuldayan gürültü kulaklarıma zarar verecek volümde! Kısa şorta dönüştürdüğüm pijamalarımla, tek gözüm kapalı, son derece asabî hâllerle, ıstakoz gibi yalpalaya yalpalaya verandaya kadar gidiyorum. Telefonum olsa şikâyetimi bildirecek bir kabul yeri bulurum herhalde. Olmayınca kimseyi arayamıyorum. İşte sırf bu nedenle bile insan doğaya kaçar!

Gideceksin anacığım, gideceksin…

Şehir hayatından, beyinsiz,  münasebetsiz insan topluluklarından pırrr kaçacaksın! Gecenin bir yarısı matkapla iş mi olur be! Baharı bile bekleyemem ben. Su kıyısı bir yerlere gidip, baldır bacak çıplak ayaklarımı serin dalgalara uzatıp dilim dilim karpuz yiyeceğim!

İyi de bu zamanda ne karpuzu? Görünüşe göre aş’a ermişlik böyle bir şey. Neyse karpuz olmazsa bir ısırımlık yeşil elmaya da fit olurum. Arada bir ufak taze moladan yarım saat içim geçecek, kiraz ağacının kalın gövdeli dallarının altında gölgede şekerleme yapacağım. Ta ki yeni kış gelene kadar.

Ne yazık ki, bu yılın (2017) bütününü de çeşitli sebeplerden ötürü arzu ettiğim su kenarlarında geçiremeyebilirim. Niyeyse durmadan fikir değiştiriyorum. Herhalde genetik bir bahis. Kafam muhteşem bölgeler, doğa zengini görkemli parkurlar arasında allak bullak.

Olsun fikir değiştirmek kafaya matkap yemekten daha iyi. Ve ne şanslıyım ki, herhangi bir ülkenin, herhangi bir şehrinde, hem de en sık tadilat yapılan herhangi bir apartmanında oturmuyorum!

Şimdi efendim belki bu matkap olmayabilir, temizlik manyağı bir üst kat komşunun elektrik süpürgesi de olabilir. Böyle kaz kafalı hatunlar yok değil. Oğlumla kızımın Karadenizli komşularından biliyorum. Sabahın ilk ışıkları bile çözülmeden 02.00 sularında bile dınnnnn vınnnnn çalışan bir elektrik süpürgesi. İnsana oha-çüş dedirtecek uykunun içine edecek kadar bir dangalaklık yani. Hatta o dingildek mahallede sabahın beşinde pencerelerinden havlu, çarşaf silkenleri bile hafife alırım ben gördüklerim karşısında. Halı silkiyorlar sabahın köründe, halı!!!

Ne yazık ki dünyanın bu paralel meridyeni arasında sıkışmış parçası sürekli kıvranan, deri değiştiren bir organizma gibi!

Kaçış o kaçış ki hiç sormayın…

İşte bu depresif etkiyle olsa gerek doğanın en uç yerlerine kaçmak istiyor insan. İlk önce planladığım şekil coğrafyayı il il takip edip gitmek istediğim yerlere ulaşma düşüncesiydi. Sonra baktım böyle bir ‘manyak’ fikrin ne matkap ne de elektrik süpürgesi sesinden daha az masum olamayacağına kanaat getirdim. Dedim ben suları seviyorum. Sulardan uzak kalmamam lazım. Varsa yoksa Ege, Akdeniz, hatta Marmara, ve hatta Karadeniz kıyıları niçin olmasın dedim. Ama ömrüm hep buralarda geçmemiş miydi! Vazcaydım ayaküstü. En iyisi mevsime uygun hareket tarzı geliştirmekti. Hemen giriştim. Aaa, allah kahretsin en güzel yerlerin hepsi “bütün kızlar toplandııık” melodisindeki gibi ilkbahar ya da sonbahara toplaşmışlar. Olmadı tabii. Hepsini nasıl sığdırırsın bir üç aylık dilimler içine. Ay dediğin şıp diye geçiyor. Zaten bol ağaçlıklı yollar yürümekle aşındırılacağından her yere gidebilmenin olasılığı yok.

Hele bir de şu gammaz gezgin blogları yok mu, insanı başka türlü manyak ediyor desem. Sanki sözleşmişler gibi hepsine göre her yer acayip güzel. Hiç mi kötü, çirkin, iğrenç, tatsız tuzsuz bir yer olmaz? Hiç mi zahmetli, tehlikeli, her yanı kaza riski dolu bir yerde düşüp kafasını bacağını kıran, misal yırtıcı hayvan saldırısına uğrayan, iki ayaklı maskeli haydut saldırısına maruz kalan olmaz. Onlar ne yapıyor? Ballandıra ballandıra anlatıyorlar. İnsanın kafası feci karışıyor. Araştırıyorum, bütün lezzetli istasyonları hem blog yazılarından, hem önümde derya gibi bir Google Map, yetmedi kendi haritalarım, notlarım, eski gazete-dergi kupürlerine filan bakarak dolaşıyorum. Saatlerimi alıyor. Ve bir önceki yaptığım güzergâh çalışması içtiğim kahve fincanın dibine yapıştığı vakitte cartadak bütün yanlarıyla değişiyor. Bir de bakakalıyorum ki seyahatimin uzunluğu dört misli katına filan çıkıvermiş. Ve tabii ütopyam da her zamankinden daha fazla şişmanlamış.

Ne kadar övünsem az

2016 yılı böyle bir dönemdi işte. Ama 2017 yılının yakasına da bulaşıcı hastalık gibi yapışmış olmalı. Yapılacak tek şey vardı. Listeyi bir güzel kırpmak, adam akıllı düzenlemek. Gerçekten ilgimi çekecek yerleri ön plana almalıyım. Sınırlayıcı faktörleri not düşerek: Mevsimsel değişimler, iklim koşulları, bütçe, ulaşım araçlarının varlığı, yolun uzunluğu, yolun zorluğu, kalınacak yerlerin geceleme riski, sırt çantası ağırlığı… İşte zaman zaman böyle eklemeler ve çıkarmalar yaparak bir yere varabildiğimi görüyorum. Ancak hâlâ noktalar arasında kesik çizgiler var. Birleştirirken yenileri eklenebiliyor, bazılarının üstü çiziliyor. Mevcut durum diyebileceğim her şey gerçekleştirme aşamasında bile değişebilir. Katiyen son diye bir şey yok. İstediğim takdirde yedekte hazır kıta beklettiğim alternatif rota hizaya gelebilir. Bunun için kendimle ne kadar övünsem az. Hem çok iyi plan yaparım hem de olağanüstü güzellikte o planı bozarım!

Yeter ki yol güzergâhlarım üstünde yol tadilatları, kazı işleri filan olmasın. Evde patlayan su borularından hiç farkı yok. Bütün heyecanımı alır gider diye endişe ediyorum haklı olarak. Memleketin inşa başkalaşımı nedense hiç bitecek gibi değil. Hep bir yerler illa tahrip edilmeli. Ne biçim zihniyetse. Güya tamir ediyorlarmış. Kırarak, kıyıları, sulak arazileri ve ağaçları bertaraf ederek mi? E, biz çevreci gezginler de fena rahatsız oluyoruz bu durumdan haliyle. Bu aynen şuna benziyor: Hani birinci kattaki tımarhanelik adam sabah gece filan dinlemeden mutfağında patlayan su borularını tamir ettirirken, ikinci kattaki bilmem kaç numara banyosunu kırdırmaya karar veriyor; bu esnada binanın en alt katındaki mobilya mağazası, her hafta, dekorunu bol çekiç darbesi eşliğinde değiştirmeyi tercih ediyor ve hafta ortası müşteriler rahatsız olmasın diye cumartesi ve pazar günlerini “inşaat günü” olarak kullanıyor!

Yani kardan doğaya kaçacağım derken doğada tipiye yakalanıyorsun…

Ne olursa olsun hiçbir güç beni alıkoyamaz işte. Bu mevzuda gaddar olmalıyım. Merhametsiz olmalıyım. Ama aklıma koyduğum şekilde plan değişiklikleri yapabilme hürriyetine de sahip olduğumu kabul etmeliyim. Ve tıpkı çocukluk, delikanlılık yıllarımın yolculukları gibi, yolda ilerlerken bile güzergâhımı değiştirebilirim. Yolculuk etmeyi plansız programsız tercih etmek belki en akıl kârı yöntem. İnsana dilediği gibi esneklik tanıyabilir. Çünkü sonuçta insanız. Biz niye tarihlere uyalım ki; tarihler bize uysun… Bilinmeyene doğru yola çıkıyorsam eğer, neyi ne kadar sabitleyebilirim ki. Daha önce hiç görmediğim, yaşamadığım tecrübelere nasıl fiks menü uygulayabilirim ki. Sırtımdaki dede yadigârı yük bana yeter de artar bile. Daha fazla yükü kaldırıp da ne yapacağım!

Hadi bakalım bahar yoluna girdi ve benim çıkacağım yollara az kaldı. TV’deki hava sunucularına özenip bitirelim: “Rotalar nasıl olursa olsun benim rotam iyi olsun!

İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Sırt Çantamı Alıp Yola Koyulmama 5 Hafta Kala: Ne Yapmalıyım?

(*) Sonraki Makale: “Zahmet Olmazsa Rüyalarımın İçine Eden Korkularımla Yüzleşeceğim

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!