Yalnızlık üzerine bir kez daha… Ömrünce yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür… Ve belki o yollarda karşılaşılan sevgili yüreklerle bir orman gibi kardeşçesine… Ne de olsa bu hasret bizim…
Fiyakalı sırt çantalarıyla, yayan, bir veya bir kaç arkadaş ile birlikte ‘doğada tabana kuvvet’ yol almanın güzelliği tabi ki bir başka. Ancak sayısız defa yazdığım/yazacağım gibi yalnızlık da düşünüldüğü kadar nahoş ve ürpertici değil. Zaten doğaya açılma nedenlerimizden en önemlisi, yaşadığımız cazgır mekânlardan uzaklaşmak, bir çeşit yalnızlığa kelebekler gibi uçmak ihtiyacı değil mi? Hatta yalnız kalabilmek için birçoğumuz, toplu faaliyetleri ve hatta geride bırakılanlarla konuşmaya yarayan cihazları bile istemiyoruz. Bu en azından şimdilik benim için böyle.
Artık nedense topluca yapılan turneleri sevmiyorum. Her kafadan farklı sesler çıktığı, çoksesliliğe karşı gelmeye başladığım için filan değil. O bir devirdi. Kapandı. Şimdi önümde başka bir devir var. Buna da özellikle yılsonunda hem bir perspektif, hem de maziyle günü, günle geleceği değerlendirme gayesi taşıyacak bir makale içinde ince dokunuşlarla değinecek, arzuladığım eski ile yeni arasında olabilecekleri sıralayacağım.
Yalnızlık güzel şey usta…
Bazen bir şehrin göbeğinde bir ihtiyar, muhtemelen halime bakıp gıptayla soruyor:
“Yalnız mısın?”…
Hemen lafın ortasına bir genç kardeşim atlıyor:
“Ciddi misin?”
Yanındaki kız arkadaşı daha bir meraklı nedense:
“Bütün bu tehlikeli yolları yalnız mı kat ediyorsun?”…
Sonra bir koro halinde: “Korkmuyor musun?”
İnsanın tipine göre cevaplar veriyorum. İş hayatından 30 küsur yılın vermiş olduğu bir insan sarraflığı tecrübesi var. Canım isterse karşılaştığım herkesle konuşurum. Ama herkesle hemen arkadaş olmam. Dostluk ise en üst seviyede arkadaşlık demektir benim için. Ki o mertebeye ulaşabilecek kişi epey bir testten geçmeli. Yoksa yollar renkli, her tarafından zenginlik fışkırıyor.
Salt doğal zenginlikler ve renkler içeren manzaralar değil. Çeşit çeşit insan tipolojisi de bu yağlı tablonun içerisinde. Kimisine güvenlik nedeniyle, “Yalnız değilim. Arkadaşlar arkadan geliyor,” demek zorunda kalıyorum tabi ki. Yüzümdeki çatık kaşlı ciddiyetten pek muhatap olmayacağımı çakıyorlar. Ancak güvenilir, tehlikesiz bir yakınlaşma hissedersem doğruyu söylüyorum. “Yalnızım!” Bunu der demez karşımdaki tebessümlerin hemen bir şaşkın ifadeye nasıl dönüştüğünü görebiliyorum. Kafa alakayla yana yatıyor, dudaklar ve meraklı gözler dehşetle açılıyor. Devamı ise karşılıklı hislere bağlı olarak gelişiyor. Ya sıkıcı sorgulama devam ediyor ki, bana kazandırdığı pek bir şey yok, ya da sıcak enternasyonalist duygular öne çıkıyor ve kültürlerarası canlı paylaşımlar sohbeti varsıllaştırıyor.
Kayahan ne güzel söylüyordu:
“Asırlardır yalnızım pişmanım alın yazım.. Bir öfkeye mahkum ettik her şeyi.. Bir yemin ettim ki dönemem.. Hüzün tünellerinde soldum kederlerinde..”
Lafın gelişi işte…
Dalgasına eklemek istedim. Yoksa benim öyle acılı bir pişmanlık duyduğum filan görülmemiştir. Dönme mevzuu ise olsa olsa bu “Doğada Tabana Kuvvet” turneleri için kabul edilir bir durum. Ama ne zaman “Dünya Turu”nun diğer sayfaları yörüngeye girer o zaman Boney-M’in “One Way Ticket” şarkısını keyifle dillendirebilirim. Fakat asla pişman değilim. Ne yaptıklarımdan ne de yapacaklarımdan dolayı.
Yola çıkmadan önce kendimi en fazla eğittiğim konu birbirinden ayrı korku duvarlarını aşmak. Doğada hayatta kalmak. Psikolojik hazırlıklar. Ben arzu etmediğim halde vücuduma, dimağıma laka gibi yapışmış fobilerime karşı kuracağım geri savunma sistemi.
Bunun için işe bir kampta konaklama ile başlamayı düşündüm. İtinayla seçtiğim ‘sahibinden’ çadır kamping alanında mahrem eğitimler hazırladım kendime. Arazide bir nevi ikinci, üçüncü askerlik. Sonra usulüne uygun yürüyüş teknikleri. Sırta yüklenen hımbıl ağırlıkları değiştirerek. Tırmanışlar, inişler, trekking poles (yürüyüş batonları) ile veya onlarsız hafif çaplı tırmanışlar, hafif çaplı inişler, geçitsiz akarsu geçişleri vesaire. Az önce değindiğim fobileri yenme hususunda attığım adımlar. En çok da akrofobi, apifobi, agorafobi, hidrofobi, klostrofobi, kremnofobi…
Açıkçası yüksek yerleri, kapalı ve kalabalık yerleri oldum bittim sevmem. Ama benim fobilerim bir tuhaftır. Gökdelen gibi yüksek bir yerden aşağıya yere bakınca başım döner ama uçakla seyahat etmekten zerre korkmam. Kapalı yerler genelde beni boğar ama asansörden, tünellerden hiç tedirgin olmam. Alışveriş merkezleri gibi içleri hınca hınç dolu kalabalık yerlerden hoşlanmam ama diskotekleri, pubları çok severim. Köy ve sokak köpeklerinden tırsarım ama havhavları çok severim. Demek ki benim fobilerim biraz benim isteklerime göre şekilleniyor. Onun için bertaraf etmek isteyeceklerimi alt etmem pek de zor olmayacak.
Fobiler dışında; yaban hayvanları karşısında alınacak önlemler. Tehditkâr çift ayaklılar karşısında alınacak tedbirler.
İnsanın korkuları biter mi?
Herhalde en çok da ölmekten korkar. Bununla beraber nedense sağlığını tehlikeye atacak hiçbir şeyden geri kalmaz.
Güneyin verdiği konforla yıllardır içki, mangal ve yerine göre puronun puslu dünyasında otomobil, bisiklet, deniz, dağlar ve yaylalar beşlisi ile mutlu mesut yaşar iken, “Artık yerelden evrensel enternasyonal yaşama geçme zamanım gelmiştir,” dedim kendi kendime ve doğal bir hayatı yaşamak için çıktığım o şehre bir daha geri dönmedim. Yerleşik düzeni reddiyem de 2012 senesinin baharında yaklaşık olarak böyle kayıtlara geçmiş oldu.
O gündür, bu gündür, bir nevi doğal check-up içinde hareket ederken işte o tepeden tırnağa özgür hayaller taramasının bir aşamasında acı gerçekle yüz yüze geliverdim. Zalim zaman bana zamanın nasıl acımasızca daraldığını anlatmaya başladı ve sürekli ertelediğim projeler için “bir gün gelir kendini öldürür” demesiyle şoka girdiğimi hatırlıyorum.
Her aklı başında ‘proje hastası’ bir gezginin yaptığı gibi evde bilgisayarımı açtım, arşivlere dalıverdim ve gün henüz ışımaya başladığında “yüzde yüz sağlıklı gezgin ömrümün taş çatlasa on – on beş – hadi bilemedik, yirmi yıl kaldığına” karar verdim. O hazin sarsıntı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçtiğinde ise dünya turuna çıkamayacak olma kaygımı ilelebet yenmiştim. Mademki zaman hızla akıyor ve benim projelerimi tek tek eritiyordu, öyleyse bir yerden başlamalıydım. Hem de daha fazla zaman tüketmeden…
Zaman tüketilecekse yollarda tüketilmeliydi…
“Yeter, yeter… Gideceksen git… Haydi, vur kendini ister şaraba ister yollara, ama vur be kardeşim vur şu kedere ve aşka vur!” Dizeleri dökülüvermiş dilimden… Bilmiyorum o sırada Timur Selçuk “İspanyol Meyhanesi”ni mi söylüyordu?
Daha ne bekliyordum ki?
İtiraf… Neyi?.. İtiraf: Tek başına olmadan çıkmamayı…
Ama bak tam dört sene geçmiş. Kimseden bir tık yok. Turistik gezintilere VAR’lar, “Doğada Tabana Kuvvet” güzergâhlarına YOK’lar! Sağlık olsun: “Şşşttt, hey garson, bütün hesaplar benden bu gece, sen de iç, sen de iç.. Kapat kapıları, kapat kapat.. Yabancı gelmesin..”
Gelmesin anacım… Ben yalnız başıma da gelirim üstesinden korkuların… Korkularımın… Mademki yalnızlık boynuma asılmış bir madalyon, o halde, yalnızken başıma kötü şeyler gelebileceği, acı çekebileceğim ve hatta ölebileceğim gibi korkuları aşmam kaçınılmaz. Aştığımda ise geriye bu merhametsiz bencil dünyanın keyfini sürmek kalıyor.
Bir kere benden büyük avantajlarım var…
Yalnızken daha özgür olacağım. Kim ne derse desin, böyle. Tüm kararları tek başıma alacağım; gak guk, zart zurt edecek kimse olmayacak. İstediğim yerde istediğim kadar kalacağım; karışanım, yarışanım olmayacak. İstediğim rota üzerinde istediğim tempoyla gidecek ve istediğim şeylerin tadını istediğim kadar çıkaracağım.
Bencil dünyanın bana da bulaştırmaya çalıştığı bir güzellik mi bu? Evet, bu, belki bencilce bir şey ama çok güzeeeel… Harika!!!
Hadi kırmayayım kendimi boynumdaki madalyonun bir de ters tarafına bakayım. (Ulan zaten hep ters tarafına baktığın için senelerdir çıkamadın ya şu doğaya! Hayalini kurduğun dünya turuna.) Tamam, tek başına yolculuk etmenin dezavantajları avantajlarından öyle uzun ki tekrar tekrar sayıp boyunu posunu kısaltmak istemiyorum burada.
Şu kadarını söylemekle yetineyim sadece. Yalnızken başıma gelebilecek kötü bir olay beni fena halde üzebilir ve acı çekmeme neden olabilir.
Yani bunca obstrüksiyon arasından kıl çeker gibi bunu buldum ya valla helal olsun bana.
Bakın şimdi buna bile bir teselli bulur şu kardeşiniz… Nedense Pollyannacılık ruhumda var. İyi ki kızcağız o mutluluk oyununu keşfetmiş de her kötülükten şappadak yırtıyoruz kendimizi; yoksa, yoksa nice olurdu halimiz.
E, neymiş o?
“Değer mi hiç?.. Boş yere küsme düşlerine.. İnan.. Onun da yanına kalmaz.. Bırak gitsin üzülme..”
Hımmm. Anladım…
NEDEN TEK KİŞİLİK OYUN OYNAR GİBİ YALNIZ SEYAHAT ETMEYİ SEÇİYORUM?
Başlığa bakan hemen aldanabilir. Sanki tek başına yolculuk etmeyi ben seçiyormuşum gibi algılayabilir. Şaşırtıcı bir başlık işte. Oysa benim böyle bir seçimim yok. Ben seçmiyorum yalnız yollara çıkmayı. Daha doğrusu, bir başka sürpriz deyişle, başka seçeneğim yok ki!
Aslında tüm planlarımı iyi bir yol arkadaşıyla bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda, noksansız tüm yollarda ve arada sıkı dostların da teşrif edecekleri duraklarda geçirebileceğimiz bir memleket ve/veya dünya turu hayal etmekteyim ve tüm organizasyonlarımı buna göre yapıyorum. Çift taraflı senaryolar dâhilinde.
Varlarsa “biz”, yoklarsa “ben”…
Hayallerimden, dolayısıyla “Memleket Turnesi” & “Dünya Turu” yolculuklarımdan vazgeçmek yerine upuzun “hayallerimi nasıl gerçekleştirebilirim”i düşünüyorum.
Görüyorum ki “Doğada Tabana Kuvvet” turları bayağı zahmetli ve bazen içinden çıkılmaz noktaları taşıyabiliyor, bu da projeme ilgi duyan kimselerin geri adım atmasına neden olabiliyor. Çünkü herkesin kendine göre öncelikleri ve bir hayat tarzı anlayışı var. E, buna saygı duymayacağım da neye duyacağım?
Gözümü karartıp yola tek başına çıkacağım ısrarımın, fikrimin arka planında yatan gerçek bu. Memleketin içinden geçtiği zorluklar, olağanüstü ayrışmaların, saflaşmaların getirdiği tehdit edici davranışlar, kış mevsiminin iç karartıcı, az güneşli, umutsuz havasıyla birleşince, bana da ilk başta boş hayal gibi görünmüştü. Neredeyse vazgeçecek ve güzergâh planlarımı tamamen Makedonya veya Ukrayna yönüne çevirecek ve oradan devam edecektim bir daha dönmemek üzere. Ama sonra düşündüm ki memlekette üstelik dört teker motorlu araçla değil, “velespitle” ve “sırt çantalı” hâlâ görmem gereken, yakından dokunarak tenini hissetmem gereken yerler var. Her türlü riski göze alarak orijinal planıma sadık kalmaya karar verdim.
Pişman olur muyum?
Yaşamadan, iyice temas etmeden bu sorunun da cevabı bilinemez. Umarım pişman olmam.
Peki, seçim şansım olmadığı halde zorunlu olarak yalnız başıma yollara koyulduğumda neleri hissedebilirim diye sorduğumda kendime, her seferinde karşıma çıkan ilk ve birincil yanıt hep özgürlük şiarı oluyor. Zira birden fazla kişi uzlaşma ihtiyacını doğurur. Farklı tatlar, farklı renkler meselesi. Ama ne olursa olsun bir ortak nokta mutlaka bulunur ve üzerinde uzlaşılan bu şey neyse o yerine getirilir, ya da getirilmeye çalışılır. Uzlaşma diğer taraftan enerji kaybıdır. Uzlaşana kadar göbekler çatlayabilir. Dansöz gibi kıvırmalar biraz fikir jimnastiği yaptırsa bile enerji tüketimini artırır. Örneğin bizim minyon aile bakımından en uzlaşamaz alanımız konaklama tesisleridir. Ana oğul fikir birliği içindedirler her zaman ve çayırlara yatıp uzanmak akıllarına gelecek en son hadisedir. Güzergâh, rota seçimi uzlaşma tablosunun ikinci sıkıntılı elementidir. Kimimiz düz yolları tercih ederken, kimimiz inişli çıkışlı toprak yolları, ormanları, yeşil doğayı daha fazla beğenmektedir. Bu arkadaşlarım arasında da böyle…
Görünüşe göre ufacık uzlaşılar büyük sorunları çözebilecek niteliktedir. Spektrumun zıt taraflarında olunca böyle olaylarla karşılaşmak mümkün. Oysaki tek başınalıkta böylesi suçluluk duygularına yer yoktur ve bendeniz özgürce hareket edebilmenin rehavetiyle bir ihtimal tembel bir gezgine de dönüşebilirim; kim bilir?
Kendimi beceriksiz, hantal, idaresi güç hallere düşürmek için zorlayabilirim. Bunu neden söylüyorum? Özellikle son yıllarda ‘liderlik’ rolünü hep birilerine devrediyorum. Kendimi böyle daha rahat ve güvende hissediyorum. Yani arka koltukta oturmak gibi bir duygudan söz ediyorum. Bir mesele ile mi uğraşılacak, kafa yorulacak, hangi kategoriden olursa olsun, artık lap diye öne fırlamıyorum, arka sıralarda dikilip sessizce izliyor ve çenemi tutmaya gayret ediyorum. Dünya meğer ne kadar güzelmiş böyle!
Ancak tek başıma olunca bu rahatlık, bu avuntu olmayacak, o konfor kabuğundan dışarı çıkacağımı biliyorum. Dert değil diye yine bir Pollyannacılık oynayabilirim mesela. Hatta dert benim tasa benim…
Düşünüyorum da…
Bir de kaliteli arkadaş edinme mevzusu vardı ya, başlarken yazdığım… Kişi tek başına yolculuk ederken istediği kadar insanla tanışabilir, istediği kadar insanla bir takım şeyleri paylaşabilir. Sanıyorum ben de çok arkadaş edineceğim. Belki bunların büyük bir kısmı gezginler olacak. Belki de yerel halkın içinden birileri olacak. Tabi bir grubun peşine takılsam, onlarla birlikte parkurlara katılsam, muhakkak o grubun içindeki değişik karakterlerle de arkadaşlıklar kurarım. Dahası böyle bir grupla hareket edildiğinde tehditlerin, risklerin daha minimize edilebildiğini herhalde söylememde bir sakınca olmaz. Saldırgan unsurlar, karşılarındaki büyük kitleye zarar vermek için yaklaşma cüretini asla gösteremeyecektir.
Ne yazık ki benim daha önce hiç tanışmadığım bir grupla birlikte hareket etme temennim yok. Doğrusu bu tip organizasyonlarda grup psikolojisiyle hareket etmenin yeni hayat felsefemin ışığında benim bünyeme uymadığını fark ettim. Yapan yapsın. Öyle zevk alıyorsa öyle yol alsın.
Geçtim büyük grubu, iki samimi arkadaş bile gitsek eminim kendi küçük grubumuza diğer insanları dâhil etmeyiz, yani arkadaş edinmek için didinmeyiz, çaba göstermeyiz. İkimiz bir fidan kendimize yeteriz deriz. Yakın çevreden birileriyle birlikte seyahat edince de benzer ikilemi yaşayabiliriz. Mikro çevrenin arkadaş edineceğim diye bir tutkusu herhalde pek görülmüş bir şey değil. Ama bizim tıfıl ambiyansımız bu tabuyu yıkabilir. Deneriz ve görürüz.
Diyeceğim de yalnız seyahat etmenin negatif psikolojisini mi dağıtmaya çalışmaktayım bir anda, anlayamadım…
Sadece Şeref olmakla mutlu olduğumu ifade etmeliyim. ‘Yalnız Gezgin’ bir kişi olmanın çok özel bir noktasıdır bu bana. Evet, hayatımda yalnız olduğum zamanlar çok oldu, çoğu geçiciydi, kısa süreliydi vesaire, ancak hiç bu kadar uzun süreli yalnız yolculuklar yapacağım aklıma bile gelmezdi. Yani ben ve Şeref varken bile biz birden fazla kişiydik. Kamping konaklama benzeri üstesinden gelmem gereken bir çekince yalnızlık duygusu. Mutlu olur muyum?
Uzun ve sancılı güzergâhlardan ibaret “Doğada Tabana Kuvvet” turlarında tek başına yola çıkmadan, yolları kat etmeden nereden bileyim?
Liste o kadar uzun ki…
Üstelik sırası gelince aynı konuyu velespit turneleri için de benzer biçimde döktüreceğim; bundan adım gibi eminim. Hadi “sırt çantalı” geziler neyse, arandığında birden fazla kişiyle toplaşma yapılabilir, yakın çevre atraksiyon alanıma girebilir; ama iş bisiklete gelince biliyorum o herkesi çekmez, birçoğu ısırıcı gözle bakacaktır meseleye.
İki seyahat etkileşimi arasında fark var aslında. Birçoğu bedensel yetilerinden, kilo benzeri şişkinliklerden, hamlık hissinden ve diğer sağlık koşullarından dolayı uzun yolculuklarda bisiklet sürmek istemeyebilir ama yürüyerek, sırt çantalı dolaşmaktan niye kaçsın ki!
Gerçi yolculuklarda ‘öksüzlük’ meselesine diğer hazırlık konuları gibi üst perdeden bakmak lazım; o da “Memleket Coğrafyası” ve “Dünya Turu” çerçevesi. Hâliyle bazı ayrıntılarda farklılıklar olabilir fakat hangi araçla, hangi yöntemle gidileceği o kadar da önemli değil.
Tüm niçinlere, nedenlere rağmen bana seçim hakkı doğru dürüst verilseydi ben yalnız dolaşmayı istemezdim. Bazıları için bu tür doğru olabilir, hatta onlar bundan çok memnun da kalabilirler, ama ‘tek tabanca’ bana göre bir yaşam tarzı değil maalesef!
İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,
Gezenti Şeref
***…***