Sırt Çantamı Alıp Yola Koyulmama 3 Hafta Kala: Ne Yapmalıyım?

Pusulamın sarkacına göre tam olarak üç hafta sonra ilk rotamın karın zarına ayak basacağım. Kısa süreli bir başlangıç olacak. Bunun gibi birkaç yakın dolaşma ile sürecek sonra kamplı eğitim amaçlı bir rotasyon çalışmam olacak. Bu esnada orta ve uzun yollu serüvenler için son hazırlıklar tamamlanmış olacak. Netice itibariyle Nisan ayı fiili bir adaptasyon, bir tür gezginlik rejimi olacak.

Bu arada memleket ne idüğü belirsiz reis-başkan mı, sıvaları iyice dökülmüş parlamenter duvarlara geri çekilme mi bunu oylayacak ve ben muhtemelen çadırımın önünde sucuk mangal yapar bordo şarabımı yudumlarken tıpkı gençliğimdeki gibi olan bitene bir kez daha kıs kıs güleceğim.

Niye böyle diyorum?

Bu memlekette vatandaşın rahatı bugüne dek hiç olmadığı kadar yerinde şu günlerde de ondan. Sanki her şey güllük gülistanlık.

İşler acayip tıkırında. 1923’ten bu yana yurtta sulh cihanda sulhtan kuru kafamız dönüyor. Eskiden sistem direnişçileri “Uyan artık uykudan uyan.. Uyan esirler dünyası.. Zulme karşı hıncımız volkan.. Bu ölüm dirim kavgası..” diye başlayan enternasyonal marşı söylerlerdi. Bugünlerde insanlar dinci-milliyetçi söylemlerin tavan yaptığı bir yer yuvarlağı düzleminde başka türlü “Çırpınırdı Karadeniz..” ya da “Neslin Deden..” marşlarını çığırıyorlar. Kimi matbaa yürekli arkadaşlar hapisteler ama hiç kuşkum yok orada epeyce rahatlar… Neden mi? Neden olacak; her gün mesaiye uğrayacaklarına, şu gün bu gün ne yazılacak, hangi politikacının karikatürü çizilecek, manşetten kime kime çakılacak diye dokuz doğuracaklarına içeride misler gibi yan gelip yatıyorlar…

Ha zaten malum Boğaz’ın öte yanındaki diğer gazeteci kırıntıların neler yazacaklarına ve hatta neler yazamayacaklarına hep birileri karar verdiği için mesaiye gittikleri hanedanlarında iş yapar gibi görünürken hiç yorulmuyorlar. Siyasal İslamcı koalisyon cephesi ise en rahat olanı. Dört başı mamur kafasına göre takılıyor, dilediği kanunnameyi ilişiğindeki mevzuat safsatasıyla çıkarıyor, dilediğine nezarethane yollarında mıntıka temizliği yaptırıyor, dilediğine taksitli iş verirken dilediğine bu iş sana çok fazla deyip işine çelme takıyor. Kimse kimseye karışamıyor; astığı astık, kestiği kestik, vurduğu vurduk yüce bir kudretin keyfini çıkarıyor herkesler.

Efendim şimdi önüne gelene bir tekme; dolayısıyla sanat dünyasının rahatı pek yerinde, diyorlar. Gelmesin efendim. Gelmesin yani önüne. Önünde işi ne? Arkasına geçsin… Hukuk, guguk falan filan da pek yelekenmiş. Konfor bu dünyada parayla satılmıyor ya. Yeter ki sakin bir hayat yaşayalım. Zira artık kimsenin yasalarla, mevzuatlarla başı dertte değil. Her şey barış içinde yürüyor. Müddeiumumiler düstur verdikleri kanunnameleri takmadan kafalarına göre her şeyi tercüme ediyorlar, tercümanlık yapıyorlar bir nevi; okuryazar hâkimler de kafalarına göre duruşmaları şıppadak kararlara bağlıyorlar…

Efendim her şey güllük gülistanlık dedim ya. Herkes masum. Herkes şahane. Herkes iyilik meleği. Zanlılar, hem kabahatli hem de günahkâr olanlar zati kabak gibi ortadalar; sorgusuz sualsiz toplanıp doğrudan bitişik mahpushaneye yan hizmetli olarak gönderiliyorlar.

Bir de eskiden yıldırımlar yaratan Harbiye marşını gür söyleyen postallılar vardı. Ama nerdeee o eski “Gündoğdu hep uyandık siperlere dayandık.. bağımsızlık uğruna da al kanlara boyandık..” diye başlayan 68 kuşağı marşlar.

Zannımca bunların içinde en rahatı o suskun bando takımı. Çocukluğumda bile Hadımköy’ün aşağı mahallesinden üst mahalleye biz çocukların şamatalı eşliğinde yürürken bile borazanları hiç susmazdı. Yok, büstü korumakmış, yok Orduevi’nin kaktüs gibi şimşir çiçekleriyle sınırlandırılmış çay bahçesini, istasyonu korumakmış, terk edilmiş lojman ilke ve inkılaplarına sahip çıkmakmış öyle teferruatlarla uğraşır gibi yapmak zorunda değil kırmızı ceketliler. Çünkü ne büst kaldı, ne çay bahçesi, ne istasyon, ne lojman. Hepsi yerle bir edildi. Üstelik simge bir tank vardı yolun girişinde, istasyon kenarında. Onu da herhalde cezalı diye alıp hurdalığa kaldırdılar.

Kimse kimseden emir almıyor artık. Yaşayış saltanatlı. Muhteşem bir akıntı var. Rüzgâr desen seyahat etmeye pek meraklı seferi yurttaştan yana esiyor. Sahi başka n’apçak ki! Herkes gül gibi geçiniyor işte. Ekonomi tıkırında. İlişkiler şıkıdım şıkıdım. Herkes herkesle kanka. Herkes herkesle kardeş, sevgili, bacı bacanak filan. Hayat desen, keyifler keka. Dadaşlık harman cephesinde; bilgi eksikliği, nokta nokta cehalet her birinin göğsünde madalya ama kimse toz konduramıyor işte; ayakkabı boyacıları zaten hemen o sarı tozu fırçalıyor, cilalıyor, pırıl pırıl yapıyorlar.

Nisan ayında uygulamalı bir dizi seyyah kapitülasyonlar ile baş başa kalacağım dedim ya, bütün otoyollar, köprüler, tüneller sanki benim için yapılmış. Yalnız, şimdi aldı başımı bir keder. Ya hepsinden bir biiir geçemezsem, yazıklar olmaz mı o köprülere, tünellere, otoyollara.

Ötesinden bana ne, istersem batsın bu dünya…

Ve gezgin ruhumun muhalefet partisi, yani eşim. Ben buralarda ebedileşirken sen nereye demeye getirmekte. Ama biliyorum özellikle o çok rahat. Bir defa sırtı sağlam. Dayamış yurtluğuna, evlatlarına. Onlara güveni tam. Bulunduğu yeri seviyor, kim bilir belki mahallesi de ona hayran. İnşaat ve taahhüt dünyası onu parmakla gösteriyor. Ve Collins’in çıkardığı English Dictionary’de ‘’ kelimesinin karşısında Bütün erki kendinde toplamış kimseyazıyor. Ya da böyle bir şey yazıyordu. Ne bileyim?

Şimdi herkesin Malibu ormanındaki gibi rahatının bu denli yerinde olduğu 783.562 km karelik bir coğrafyada; şu gezgin hasta, bu gezgin marazlı diye işi sürmanşete bağlayıp inceleme başlatmak da ne demek? Ne demek yani dünyanın en güzel, en sakin ve en barışçıl topraklarında dağa tırmanmak, ormanda piknik yapmak, deniz kenarında su topu oynamak varken sanki bir bezginlik, bir bıkkınlık varmış gibi kasıtlı muhalif yüklem yapmak? Canım, kimin eli kimin cebindeymiş de belli değilmiş gibi bir ekip suni havalar yaratmak? Ne demek uyduruktan kafaları bulaşık suyuna sokmak? Temiz göl sularını çamurlu dağ sularıyla bulandırmak? “Sabahın bir sahibi var.. Sorarlar bir gün sorarlar.. Biter bu dertler acılar.. Sararlar bir gün sararlar..

Yahu ne derdi, ne acısı?? Sorarlar adama; “Affedersin ama rahat mı battı sana?

Hııı. Evet, tam da öyle; rahat battı. Kala kala üç haftam kalmış ve bende bir panik havası. Sanki hiç hazır değilmişim gibi. Ben bu kadar kısa sürede nasıl hazırlanırım afra tafrası. Şu şafak saymayı hiç sevmiyorum. Ne o her gün takvim yaprağı üstündeki dizili rakamlara bir çizik atmak öyle.

Geçtiğimiz Hafta

Yeni çalımlı bir sırt çantası almaktan şimdilik vazgeçtim. Elimdeki mikroskobikleri idareten kullanacaktım ki evlatlardan biri halime pek acıyıp, imdadıma yetişti. Büyük Likya Yürüyüşü’ne kadar onun çuvaldan dönüştürme bir evladiyeliğini emaneten aldım. Şu an için bana fazlasıyla yeter de artar bile.

Rota konusunda son çalışmalarımı tamamladım, yaptıklarımı harita metot defterine işledim…

Sırt çantasının içine döşenecekleri enikonu düşünmeye başladım, bir taslak oluşturdum. Önümüzdeki hafta bunları son hale getirip temin etme yollarını arayacağım.

Önümüzdeki hafta demişken…

Gelecek Hafta
  • Gün gün rota takibi.
  • Gidilecek güzergâhlar hakkında detaylı bilgiler.
  • Güzergâhlar üzerindeki konaklama alanları.
  • Güzergâhlar üzerindeki yeme-içme mekânları.
  • Güzergâhlar üzerindeki gezilecek yerlerin listesi.
  • Ulaşım planları.
  • Yürüyüş planları.
  • Turlar için sağlanabilecek değişik finansman olanakları ve bu kaynak(lar)ın kullanım biçimleri.
  • Yolculuk malzemeleri listesi ve temini:
  • Sırt çantası
  • Konaklama
  • Giyim
  • Gıda
  • Temizlik
  • Bakım-Onarım
  • Güvenlik
  • Diğer
  • Takip edilecek formların düzenlenmesi.
  • İletişim.
  • Teknik sorunların incelenmesi.
  • Uygulama planı.
  • Faaliyet takip programı.

***…***

Hoşça kal, kafamı dinlemek için başımı kovaya sokacağım. Büyük adamlar böyle yapar -en azından- 1) bir kafaları; 2) bir başları; 3) başlarını sokacak bir kovaları olduğunda.

Bu alıntı, bir mektuptan… Bir aşk mektubundan… Fernando Pessoa’nın Ophélia’ya mektuplarından örneklerinin yer aldığı kitaptan…

Bir gezgin mantığıyla saf mektupları okurken, Kafka, Nietzsche ve daha pek çok yazar ve düşünürün yaşadığı esrarlı aşklar da gözümün önünden geçti ve hepsinin uzun süren nişanlılıklarının, kaygılarının, korkularının, hovarda ruh hallerinin ne kadar birbirine benzediğini düşündüm. Sanırım onları birbirine benzer kılan gerekçe, yaşamlarının yapıtlarının etrafında fır fır dönmesi, geri kalan her şeyin tastamam ikinci planda kalması…

Doğada Taban Kuvvet” de benim için saran bir aşk. Bir koca sevda. O yazarlar, yapıtları için yapıtlarıyla yaşadılar ve o yapıtlarda da yaşamaya devam ediyorlar. Bense, akıl fikir eylesin, “Dünya Turu” ile yatıyor, “Dünya Turu” ile kalkıyorum. Yazdıklarım kuşkusuz toplu yapıtlarım arasına katılır katılmasına da yaşarlar mı bilemiyorum.

Hani Bilge Karasu’nun ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’ adlı kitabında, balık avlamaya çıkan balıkçının, balık tarafından avlandığı bir sahne vardır ya… Balık, önce balıkçının kolunu yutar, daha sonra yavaş yavaş tüm bedenini… Görünürde balık filan yoktur, ama balık tarafından yutulmuştur balıkçı… “Dünya Turu”m, o balık gibi bendenizi indirmiştir midesine…

Yaşamın sürati içerisinde elimden kayıp gidiyor pek çok şey… Bir romandaki hayalperestin sorduğu soruları, kendime sormaktan korkmamalıyım oysa: “Nerede hayallerin? Bre, ne yaptın bunca yıl? En makbul zamanlarını nerelere gizledin? Yaşadın mı, yaşamadın mı? Baksana, yeryüzü nasıl soğuyor.

Yeryüzünü soğutan şey, aşksızlıktan başka bir şey değil… Doğru ama bir hayali soğutan şey ise o hayalin peşine düşmemekten başka bir şey değil. Yani bir düş varsa ve o düşle ilgili planlar, projeler tasavvur edilmişse, niyetleri erteleyerek hiçbir yere varılamaz. Ertele, ertele nereye kadar canım!

Sesler gelir, gider, ama sessizlik kalır. Hareket eden bir şey, parlayan bir ışık, bir gürültü daima vardır, ama sonra durur ve sadece koyu sessizlik kalır. Karanlıkta bekliyorum, yağmurda, yağmurdan başka ses yok.

Gecenin kenarında dışarıda yağan yağmurun çiskin sesini dinlerken, okuduğum bir kitapta rastladığım bu sözler Robert Lax adlı bir şaire aitti… Eğer yağmur yağmamış, damla taneleri pencereme değmemiş olsa ve yağmurun sesi dışında başka bir ses duysaydım, belki de Robert abinin ne demek istediğini anlayamazdım. Anlamak sadece bilmekle ilgili değil derler çünkü. Ama eminim herkes bir biçimde, Lax’in bahsettiği o sessizliği derinden hissederek ya ürkmüş ya da bir şeylerin gözlerinin önünde aralandığına tanık olmuştur.

Bu arada Cees Noteboom’un ‘Gezginin Oteli’ adlı kitabına da şöyle hızlıca göz attım ister istemez ve bu sayede Robert Lax’le de tanışmış oldum, yağmurlu bir gecede…

Peki, eski dostlardan, Nooteboom gibi, tüm hayatı neredeyse yolculuklarda geçmiş, ne yazarsa yazsın, yazdığı her şeyin bir gezginin defterine düştüğü notlar gibi okunabileceği bir yazar, neden kitabının sonunda Robert Lax’in sessizliğine varıyor? Tüm yolculuklarının, tüm o görüp tanıdığı yerleri kaydederek sürdürdüğü yaşamının varmak istediği yer, belki de Lax’in bahsettiği o sessizlik… Ya da sessizlikten, durmaktan, kısacası ölümden duyduğu o korkudan kaçıyordu belki de…

Nooteboom’a baktıkça iyice kendimi görüyorum. Aynı aynanın aynı yüzünde durur gibi duruyoruz ikimizde. Ne kadar yolculuk yaparsam yapayım, daima yeryüzünde, dünya kentlerinde, yani kendimde olduğumu hissediyorum… Yaptığım tüm yolculuklar kendimedir, uzaktaki kendime…

Memleket Coğrafyasında Yolculuklar” ve “Dünya Turu” külliyatında okuma ve yazma uğraşım da başka iç ve dış dünyalara yapacağım bir yolculuk çeşnisi olacağına göre, yağmurlu bir gecede, ‘Gezginin Oteli’ne sığınıp Nooteboom’la derin bir sohbetin içinde kendimi bulduğumu söylesem, yalan olmaz herhalde. Belki ben de tıpkı onun gibi, bir kedinin bulunduğu mekânı, nesneleri keşfettiği gibi, önyargılardan arınmış bir halde, saf bir merak tutkusuyla geziniyor olacağım, şehir şehir, dağ dağ, kamp kamp…

Ve belki benimle sadece yeni yerler değil, keşfetmenin kendisini de keşfediyor olacak “gEZENTİ şEREF” izleyicileri.

Dört yıl gibi uzun bir dönemde yaşadığım yerin deniz kıyısında bulunduğundan habersiz yaşamış olmam ne kadar girift bir zihin karışıklığı. Çünkü burnumun dibindeki denizle aramda hep bir Kafdağı vardı ve nedense o dağın arkasında ne olduğunu merak etmeme rağmen bir türlü backpacking pabuçlarını giymeye cesaret edemedim.

İçimdeki denizden ‘habersiz’ yaşayan biri olarak, keşfetmeyi keşfettiren değil midir a benim gezgin ruhum?

İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Yollara Saf Yalnızlıklar Ekmek

(*) Sonraki Makale: “Tembelliği Saklayan Çürük Bedenler ve Sırt Çantasına Tıkıştırılmış Yürüyüş Azmi

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!