Barınma Barındırma Tıkıştırma Zıkkımlanma Bollanma Çoğalma

İnsanoğlu tarihi gelmiş geçmiş en gizemli, en potansiyel ve en ucu açık tarihtir. Birbirinden çok farklı doktrinlerden, farklı dünya görüşleriyle birlikte öğrendiğimizden beri hayatını ebediyen sürdürebilmek için en hayati beş şeye ihtiyaç duymuştur ya, çocukluğumdan beri benim aklımı çelen de bu –barınma, beslenme, giyinme, üreme ve boşaltma– ihtiyaçlarını karşılayabilme metotları icat edilmeden önce ne yapıyordular acaba? Yani biz… Ne yapıyorduk acaba???

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2017/013
Esinti Tarihi: Perşembe, 06.04.2017

Dağlarda ve ormanlarda trekking idaresinin güvenilirlik ve imar iskân sicilini göz önünde bulundurursak, herhalde birileri vasıtasıyla ihale şartnamelerine uymadan seçtiğimiz kovuklara yerleşiyorduk. Beslenmemiz ise belki ilk dişilerin ağzımıza dayadıkları anne sütü ile oluyorsa da erki sonra biz erkekler alınca başlamış iş bölümü. Demek ki, sadece bu avcılık işlerini yapan bir sürü şirket, getir götür elemanı ve hamaliyeler türedi. En ufak şirkette bile en az bir veya iki kişi yaprakta moda şudur budur diye giyinmemize önderlik etmemiş miydiler? Üreme ve boşaltma kısımlarına girmeyeceğim. Yoo, çekindiğimden değil. Laf kim bilir nerelere kadar uzanır diye korkuyorum…

Ne yaptığımın farkında mısın?

Şu anda “Doğada Tabana Kuvvet” dizisinin en kayda değer kısmına geldik ki bu beş ihtiyacı enikonu irdelemeden çevremizi tam anlamıyla kavrayamayız. Azlık çokluk meselesi. Biraz gündemi meşgul eden pazıl-vari “evet-hayır” oyununa da benziyor. Hangi iktidar olursa olsun tüm egemen güçler kendi istemlerini dayatmaya kalktığı için bendeniz daha ufacıkken anarşik yolu benimsediğimden o gündür bugündür evet’e hep muhalif olan taraftayım. İlk insanlardan bugüne yaşanan tarihsel mücadeleler gibi. Bu yüzden çokluk olan tarafta yer almama rağmen azlık seviyesindeki elimdekilerle ‘çok daha çok’ şeye sahip insanlardan daha mutlu olmayı beceriyordum ne hikmetse. Sanırım bunda ‘temel içgüdü’ filminden edindiğim tecrübeyi de katmam lazım ki her türlü mutluluğun altında bu sevkıtabii (içgüdü) yatıyor. Öyle şatafatlı değil sade bir yaşamı kastediyorum.

Doğada Tabana Kuvvet” turlarımın en heyecanlı taraflarından biri de doğada kamp yapmak. Yeter ki barınma ve beslenme gereksinimlerimi iyi bir planlama ve çeyizlenme ile çözüme kavuşturayım. Bunu kıvırdığım takdirde günlerce bir insan varlığı dahi görmeden yol alabilir, doğada gözüme kestirdiğim her yerde konaklayabilirim. Elbette giyinmenin ve üremenin konaklama ile yakın uzak bir ilişkisi yok. Mevsime ve iklim şartlarına endeksli giyim tarzımla konforlu yolculuklar yapabilirim. Üreme, üretme özencini ise doğadaki diğer canlı varlıklara devretmek boynumun borcu. Onlar bolca çoğalsın ki hem türleri azalmasın, hem de ben doğa çevrenimde yalnız olmadığımın keyfine varayım. Boşaltma ihtiyacı zıkkımlanmayla bahsi olduğundan kamp çevresinde oluşturacağım ‘free-of-charge’ ifrağ, pisletme tesisine de burada girmek istemiyorum. Nasılsa o tesise vereceğim yıldız sayısını ben şahsen kendim belirleyeceğim.

Şimdi bu satırları yazarken aklıma geldi, “Doğada Tabana Kuvvet” turlarımın harbi sebebini buldum:

Kamp!

Yasakla kampı, gezginlik oranı yarı yarıya düşer

Yoo, sadece kendim için geçerli değil bu tez. İnanmazsanız bütün doğa gezginlerine sorun. Çünkü kafada hep o çadırı kurup, sucuk mangal & şarap yemlenmesi vardır. İnsanlar her fırsatta internet üzerinden sanal konaklamalar yaparak bile rahatlamaya başladılar.

Yani ne demek? Gitti mi bir o kadar da beş yıldızlı tatil köyleri, hamburgerci, sinema, muhallebici, çay bahçesi?

Valla ne bileyim, uluslararası küreselci ekonomik krizin sebebini bu gavur icatlarında arayalım!

Şimdi konaklama meydanına ulaştım. Baktım ki çevrede it kopuk yok. Kuşlar, börtü böcekten başka tek canlı rıhtıma sırtını dayamış uçsuz bucaksız doğa. Sırt çantamın içinden en temel malzemeyi çıkarıyorum. Çadır ve aparatları. İsterdim ki Çamlıca Lisesi’nin pansiyonerleri Hababam kardeşlerin ormanda kurdukları üçgen çadırdan biri olsun. Ama nerdeee tedavülden kalkalı bizim Çarli’nin yaşı kadar olmuş. Piyasada bulunanlar artık gevşek direkli. Ki bunlara alüminyumdan elastiki ‘pole’ diyorlar. Ayrıca çift katmanlı, söz gelimi nefes alabilen bir çatı katmanının üstünde yerleşik suya dayanıklı, hatta su geçirmez ikinci bir katmanı olan çadırların moda olduğunu söyleyeyim. Etiketi bitişik nizam her resimli ‘outdoor’ mağazasından bunlar var hayatımızda artık. Ancak lenduha mağazadan içeri adımınızı attığınızda şaşkaloza dönüyorsunuz. Çünkü o kadar çok değişik ebatta, kalitede, çeşitler var ki siz hemen çadırın kaç mevsime uygun olduğundan daha fazla cart bir rengin peşine düşmeyi yeğleyebilirsiniz.

Mesela ben öyle yapmıştım ilk çadırımızı alırken. Seç rengi kap çergiyi…

Çadır seçiminde yazı-tura

Kafamı niye karıştırayım ki durup dururken. Yok, efendim 3 mevsimlikmiş, yok 3,5-4 mevsimlikmiş. Ha bir de demezler mi: bak bunlar da 5 mevsimlik… Yok deve dedim de adam suratıma kötü bir bakış fırlatınca toplandım. Ulan hangi devirden beri 4 canım mevsim 5’e çıktı, ben ne vakit kaçırdım diye aramadığım, bakmadığım coğrafya ansiklopedisi kalmadı. E, tabi ukalalık yapacaklar ya, bizi ezelden beri oradan oraya göç eden macır sandılar ya, bir de ekspedisyon modellerini gözüme dayadılar.

Valla dedim, kardiş, ben ağır kış koşullarına girmeyeceğim. Hani olur da yoluma aniden bir kar fırtınası çıkar, ne bileyim gök ikiye yarılır, sağanak yağmur boşalır, ortalığı seller götürür, bak ona bir şey diyemem, başlarım böyle şansın içine deyip çaresiz yine normal çadırımı yani bana göre en uygun dediğiniz üç mevsim kumaş kesimini kurarım o gölün ortasına. Ha, bu piyangodan dersimi alırım, o vakit çarkıfeleğimin üstüne bir de bonus ekler, dört segment’e çıkartırım. Ancak yine öğüt verdiğiniz üzere 3 mevsim çadırımı alırken mutlaka su geçirmezlik seviyesine dikkat ederim.

Tüm bu yaşadıklarım sırasında anladım ki harfiyen bir yöntemin peşinde olmuşum. Bütünlüklü, kapsayıcı, köktenci, derinlikli, açıklayıcı ve yeni kapılar açan bir yöntemin. “Entegre olmuş, köktenci bir yöntem açık seçik olamaz!” dediğini duyar gibi oluyorum. Haklı da olabilirsin. Ama gezgin hayallerin teoreminin kendisini tartışmaya girmek istemiyorum şimdi. Velhasıl teorinin kendisine dair tartışmalar biraz zor gelir bana. Ama söyleyeyim, Althusser yüzünden. Daha doğrusu Lenin ve Felsefe’si yüzünden. Çünkü teorinin kendisi üzerine tartışmanın aslında yüzeyde gezinmek olduğunu düşünmüşümdür. Bedenin kendisiyle değil de gölgesiyle uğraşmak, gölgeden bedene dair bir kestirimde bulunmaya çalışmak gibi gelmiştir bana. Hâlbuki sanırım hep bedenin kendisine ulaşmayı tercih ettim. Derinlik aradım.

Derinlik mi?

İşte o ilk fırsatta bulduğum derinliğin üzerine şıp dedim çadırımı kurdum. Artık üstümde bir çatı olduğuna göre, giriş kapıma “damsız girilmez” levhasını asabilirim. İyi, iyi, kiremit de olur, briket de… Neyse mevzu o değil şimdi. Sıra geldi iç dekorasyonun en lüzumlu mobilyasını döşemeye. Yatağımı yani. Hani nerede birikmiş kuru ot yığını görse yığılır kalır ya insan, eğer ottan popoma sert, hassas cisimler batmasını istemiyorsam altıma bir mat atmalı, üstüme de tantanalı bir uyku tulumu çekmeliyim.

Tatlı Mat

Mat dediğim, uyku tulumunun altına serilen kabaca 2 metre x 0.70 metrelik bir paspas. Gelen geçen çiğnesin diye değil tabi. Onu ancak ben çiğneyebilirim. Bazen sırtüstü, bazen yüzüstü. Outdoor’daki emminin referansıyla hem yatabileceğim zemini yumuşak hale getirmek hem de çadır tabanından, dolayısı ile topraktan bir miktar ısı izolasyonu sağlamak için kullanıldığını öğrenmiş oluyorum. İyi ki çadırlardaki gibi bir yığın alternatifi yoktu da hemencecik kafama göre seçim yapmayı becermiştim. Temel olarak iki çeşidi olduğunu söyleyeyim:

1- sünger matlar (oldukça ucuz, lakin çok yer tutuyorlar, sertler ama dayanıklılar) ve

2- şişme matlar (epeyce pahalı, ancak çok az yer tutuyorlar, konforlu olmasına konforlular ama pek dayanıksızlar).

Uykuya Amade Uyku Tulumu

Bazı sözcükler var, daha duyar duymaz kıllandığım; akreditasyon gibi, standardizasyon gibi, vizyon-misyon gibi. Birileri bizleri ayaküstü kandırırken bunun cafcaflı kılıfı oldukları için hatta bu kelimeleri bir sunumda, kurumsal bir tanıtım toplantısında falan kullanan kişilere de hem kıllanır hem de hayret ederdim; bir suça ortak olduklarının farkında olmayı bırakın tam tersine müthiş bir buluşu tevazu gösterip bizlere bahşettikleri havası içinde oldukları için. İşte 80’li yılların başında daha duyar duymaz kıllandığım o kelimelerden bir tanesi de “sleeping bag” yani uyku tulumu… Uyku vaktinizi tulumun içine yerleştirmek gibi bir şey… Neyse, artık literatüre geçmiş, yapacak bir şey yok.

Bu uyku tulumlarında da belli başlı 2 model var:

1- Sentetik dolgulu tulumlar ve

2- kaz tüyü dolgulu tulumlar.

Kabaca teoriyi aktarayım: sentetik tulumlar ucuz, çok yer kaplıyor, ve fakat uzun ömürlü olup ıslandıklarında dahi uyuyanı sıcak tutabiliyorlar. Kaz tüyü tulumlara gelince bunlar nispeten pahalı markalar, öte yandan hem çok az yer tutuyorlar, hem de iyi bakım istiyorlar yoksa ömürleri kısa olurmuş ve ıslandıklarında sıcak tutma özellikleri kaybolurmuş.

Benim nişangâhımda sentetik malzemeli tulumlar var. Ancak tulumların hepsinin kullanım sıcaklıkları farklı olduğundan ne yapacağımı şaşırdım. Mağaza yetkilisi uyku tulumlarının üzerinde 3 derece bulunduğunu söyledi.

1- Yüksek konfor derecesi

2- Düşük konfor derecesi ve

3- Limit.

Limit değer, tulumun uyku sahibini hipotermiye girmekten koruyabileceği en düşük sıcaklığı gösteriyormuş. Eğer -5 derecelik bir ortamda kamp yapacaksam (ki denemeden müspet/menfi hiç bir şey diyemem) alacağım tulumun konfor derecesinin en azından -5 derece olmasına dikkat etmeliymişim. Bereket önümüz bahar ve yaz… Sonbahar da olsa fark etmezdi ya. Şu 7-8 ay zarfında +5 veya 0  derece konfor derecesi olan tulumla işimi görürüm diye niyetleniyorum.

Objelerin Fizibilitesi

Nesneler, olaylar, durumlar, insanlar çeşit çeşit olasılıklar barındırır ama her eşyanın, her nesnenin de vaat ettiği imkânları ve sınırları vardır.

Örneğin bıçak; bir ekmeği eşit parçalara da ayırabilir, bir hayatı sona da erdirebilir. Nesnenin, kişinin ya da bir durumun bünyesinde barındırdığı potansiyellerin (olasılıkların) açığa çıkması ise irili ufaklı birçok etkene bağlıdır. Bir olasılığın kuvveden fiile geçmesi için birçok faktörün, belirli bir zamanda, belirli bir mekânda bir araya gelmesi gerekir.

Çadırlı konaklama türünü tercih ettiğimden, bu yaşam tarzı bir ilham nesnesi olarak başka imkânlara da olanak tanıyor. Bünyemde barındırdığım beslenme de bir olasılık olarak elbette ki kuvveden fiile geçmedir. “Aç ayı oynamaz” diye eğlendirici bir yakıştırma yapmış olsalar da şu zevzek atabeyler, insanın açlıktan gözü karardığında mutlaka zıkkımlanmak isteyeceği aşikârdır.

Çadırlı köşküm ile barınma sorunumu çözmüşüm. Aç karnıma doğa ile oyun oynamayacağıma ve hatta küseceğime göre mide tıkıştırmalarına azami özeni göstermeliyim.

Kısa hiking turlarımda, yani 1-2 gecelik konaklamalarda öyle ahım şahım bir donanıma ihtiyacım olmayacağını düşünüyorum. Ne o öyle tangır tungur bütün ocak seti falan filan… Ama güzergâhımı günlere böldüğümde ortaya çıkacak sonuç bir iki günden fazla yollarda olacağıma işaret ediyorsa, iş değişir tabii. Üstelik termos yetmez, içindeki sıvı tükenirse, ocaksız ne halt ederim doğanın göbeğinde?

Kamp ocağı mevzusu

Edindiğim bilgiler temelinde 3 çeşit kamp ocağından söz edilebilir:

a) LPG kartuşlu ocaklar: Bu ocaklar kullanımı en kolay olanlarıdır, fiyat olarak da en uygun seçenektir, son olarak yüksek irtifalarda dahi sorunsuz kullanılabilirler, en soğuk havada bile hemen alev alırlar. Ancak toparlak kartuşlar durduğu yerde çok yer kaplarlar, bittiğinde doldurtamazsın, gidip yenisini alman gerekir ve kartuşları genellikle pahalıdır. Ek olarak, genellikle sadece ocak olarak satılırlar yani tencere tavası ile set olarak satılmazlar. Bu durumda aşağıda bahsedeceğim tencere – tava setlerinden de alman önemle tavsiye edilir.

b) Benzinli ocaklar: Bu ocaklar genellikle teknik tırmanış, yüksek irtifada uzun kamp gibi aktivitelerin canavarıdır. Az yakıtla çok uzun süre enerji verebilmeleri, taşınma ve kurulmaları kolay olması ve güvenilir olmaları sebebi ile dağcılar tarafından tercih edilirler. Ancak benzinle yemeğini pişirmenin en büyük eksisi etrafın benzin kokmasıdır tabi ki. Fiyatları da oldukça yüksektir. Yine LPG ocaklarında olduğu gibi tencere setini ayrıca alman gerekir, son olarak çok soğuk havalarda benzini önden ısıtman gerekir ki kolay alev alsınlar.

c) İspirto Ocakları: Ucuzdurlar, genellikle tencere tava ve çaydanlıkları ile set halinde satılırlar, ispirto ve alkol bazlı yakıt kullanırlar, yakıtları ucuzdur ve Türkiye yörüngesinde her nalburda ispirto bulunabilir. Eğer ispirto bulamazsan outdoor mağazalarından biraz daha pahalıya alkol bazlı yakıt alabilirsin. Dezavantajlarına gelince; irtifa yükselip basınç & oksijen düşünce ısıtma kapasiteleri düşer, diğer ocaklara göre hacim bakımından daha çok yakıta ihtiyaç duyarlar.

Kap kacak malzemesi

Son olarak, eğer ocak, tencere seti ile birlikte paket edilmediyse tencere seti almak gerekiyor. Piyasada alüminyum, teflon kaplı alüminyum ve sertleştirilmiş alüminyum (sert anotlanmış) olmak üzere 3 çeşit tencere~tava setleri var. Teflon malzemenin insan sağlığına hasar verdiği artık herkes tarafından biliniyor. Şayet bilmeyenler varsa bir zahmet bakıp öğrensinler. Şaka değil. Sert anotlanmış (hard-anodised) alüminyum malzemeler biraz daha pahalıdır ama işlem görmemiş alüminyum malzemelere göre çizilmemeleri, yapışmamaları ve kolay temizlenebilmeleri bakımından daha fazla tercih edilirler. Uzak Doğu malı değillerse bu setlerin hepsi az buçuk aynı fiyattadır. Yine ufak, hafif bir kamp çatal bıçağı bayağı iş görecektir. Bu malzemelerin de plastik olanları hafiflik açısından metal olanlara göre daha tercih edilebilir.

Bitirirken…

İnsan tüm bu barınma, beslenme, giyinme, üreme ve boşaltma temel malzemelerini (ki son üç tanesine ve hatta bir tane daha ekleyeyim korunma ihtiyacına, yani güvenliğe, hiç girmedim bile) nasıl ufacık bir çuvala sığdırabilir sorusunu sormadan edemiyor. Deney yapmadan, denemeden hiçbir eylem bilinemez. Teorinin de en güzel yanı bu, umutla uygulayacaksın ki Hatice’yi değil Netice’yi göreceksin!!!

Keşke hayat, bu tür tekrarlayan deneyimlerle kolay ve doğrudan farkındalıklar sağlasa…

Hâlbuki hayat daha çok bizim sempatik Woody Allen filmleri gibidir. Umut ederiz ve her seferinde (bizzat umut ederek) kendimizi kandırırız. Nasıl olduğunu bile anlamadan ya da anlayıp kendimize mazeretler bularaktan.

Bir sonraki esintide görüşmek üzere

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref 

***…***

(*) Önceki Makale: “Mesele Kendin Olunca Soğukkanlılığı Yitirmemek Lazım

(*) Sonraki Makale: “HAYAT’ı A’dan Z’ye Basitleştirmek

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!