Mesele Kendin Olunca Soğukkanlılığı Yitirmemek Lazım

Hep, apansız aklıma geliveriyor işte. Minibüs, şiddet, şiddet, dehliz, karanlık, cehalet… Harç, borç, bütçe mütçe, mahkeme davası, haciz, birikim, ipotek edilenler, nakde blokaj, yeniden yapılandırma, uzlaşma, son varlıklarından elden çıkarılması; ancak izler takip edilecek… Başka çıkış yok… Bir masalı yaratmak zorundayım… İsterim ki yalnızlığımı paylaşacaklar en yakınımdakiler olsun. Yoksa hepimiz insanız. İnsan doğaya, yaşam şartlarına ve hayat tarzına göre değişken bir varlıktır. Hoppa bir canlı türüdür. Hele benim gibi içi kıpır kıpır eden bir adamı bağlasan asla tutamazsın…

gEZENTİ şEREF ~ E-2017/012
Esinti Tarihi: Pazar, 26.02.2017

Uzun yıllar oldu. Eylül 1986’da bir futbol maçı esnasında sakatlanmış, suratıma yediğim kramponlu tekmeden dolayı yüzüm kanlar içinde darmadağın olmuş, burnum kırılmış, kaşım patlamış bacaklarım yara bere içinde kalmıştı. Sanki Ortaçağ’da meydana gelmiş kılıç kalkan, baltalı, mızraklı bir savaştan çıkmıştım. Aylar almıştı normale dönmesi. Ameliyat olmamış, kendi kendine düzelmesini sağlamıştım. Gerçi o sert kış günlerinde kısmi baş dönmeleri yaşamadım değil.

Son zamanlarda yine bir başka sakatlıkla yüzleştim. Sağ elimde bir hasarın iyileşmesi bir ay kadar sürdü.

E, şimdi bu ikisi arasındaki benzerlik nedir, diye merak edebilirsin.

Anlatayım.

Polyannacılık mı?!

Futbol oynamaya bayılırım. O zamanki incinme bir süreliğine yeşil sahalardan, futbol maçlarından uzaklaşmama neden olmamış aynı zamanda şampiyonluğa giden bir takımı yalnız bırakmamdan dolayı kederlenmeme yol açmıştı. Bugünse şu elimdeki zayiat en sevdiğim işlerden biri olan yazmamı engelliyor. Elden gelmeyince bazı şeyleri tam hakkıyla yapamamak kederlenmemi sağlamıyor, ama yazı yazamadığım zaman kendimi bir boşlukta hissediyorum. Sanki hayatımı belirsizce bir sınırlama içinde dolaşırken buluyorum. Üstelik bu Blog’u açıp işlerin verimli olarak tam çalışır hale geldiği sırada böyle bir hadise ile karşılaşmak benim için esef verici.

Polyannacılık oynayabilir bu sıkıcı duruma bir hal çaresi keşfedebilir, sorunsuz bir çözüm yolu icat edebilirdim.

Mesela… ya hasar elimde değil de kalçamda, bacaklarımda, dizlerimde olsaydı? Ya bisiklete binemeyecek, pedal çeviremeyecek hale gelseydim? İşte bu daha fena! Masif depresyona girmek kaçınılmaz olurdu herhalde.

Hayatta her hasarın bu veya şu şekilde bana sınırlamalar getirdiğini öğreneli öyle çok olmuştu ki! Çocukluğumda bile dalları bol, yaprakları sık ağaçlardan nice düşüşlerimi, bahçede kovboyculuk veya meşin topla oynarken her yanımın yara bere içinde kalışını, arkadaşlarımla paylaştığım birçok kombine oyunlardan günlerce mahrum kalışımı hatırlıyorum da. Ne zaman o sınırları aştım, zorluklarla mücadele etmeyi öğrendim, zafer kazanan biri olma edasıyla dolaşmaya başlayabilirdim. Hayatın pratiği öyle güzel şeyler gösteriyordu ki bana, her birinden mucizevi dersler çıkarmak en mükemmel hareket tarzıydı. Bazen yaşamı basitleştirmek, onu hafife almak gerekiyordu. Öyle de yaptım zannımca. Gülünç ha!!

ÜTOPYA DEYİP GEÇME, EĞLENİYORUZ İŞTE…

<*> Bu yolculuklar da sonuçta öncelleri gibi bir ustalık, uzmanlık turnesi değil. Sanat tarihi, mimarlık tarihi konularına neredeyse hiç girmem. İşim değil. Arzu edenler için yığınla site var. Oraya bakarlar.

<*> Benimkiler daha çok kamuya değil bisikletle veya sırt çantalı dolaşarak gezmeyi seven bireye yöneliktir. Bu bahisle, özellikle de kendi hatıralarıma daha çok ağırlık vermeye çalışırım. Nihayetinde “gEZENTİ şEREF” bu konuda eğitici-öğretici bir alan değil. Daha çok eğlendirici diyebilirim.

<*> Bu kaşla göz arasında, mahalleden ya da okuldan arkadaşlarım bir anda toz olup, ortadan kayboldu. Bunu, o hergele yıllarda okurken, öyle bir geçer zamanki ruhu içerisinde pek anlamadım. Sonra bir gün geldi, bir de baktım ki kimse kalmamış.

<*> Geçen astronomik yıllar içerisinde çok sayıda insan gittiği halde, çok daha fazla sayıda insan da geldi hayatıma ve şimdi onu bile saymakta zorlanıyorum. Hayatıma girenler ve hayatımdan çıkanlar. Gelenler, gidenler… Ne acayip bir yaşam döngüsüdür bu?

<*> Hayat bugünlerde başka türlü akmaya devam ediyor. Çocukluk yılları, bahçeli evler, ergenlik devresi, komşu mahallelerde oyun bahçeleri, eski komşuluklar, okullar, olgunluk dönemi, en yetişkin zamanlar, kışla devresi, dernekler, yeni şehirler, yeni semtler, yeni mahalleler, işyerleri, yeni kurumlar, tatil yöreleri, köşe bucak kaçamaklar ve iş-iş-iş…

<*> O bastıbacak zamanlardan beri bu temponun içindeyim. Yalan yok. Ne zaman “gelecek” denen şeyin anlamı değişince, “kaybolan zaman” birdenbire değer kazandı benliğimde, önce “nostalji” başladı sonra “gezenti” bir ruh. Ben ve benim gibiler, hepimiz Proust’laştık, Çelebi’leştik…

<*> Benim ütopyam ise geleceğimi uzun yollarla, ulu dağlarla, yemyeşil kırlarla, engin denizlerle, göllerle, derelerle, vadilerle, renkten renge karışan gökyüzüyle, her mevsim güneşle, elde bir kırmızı şarap kadehi geceleri mehtapla, parlak yıldızlarla, sırtımda taşıdığım rüzgârlarla, fırtınalarla, tipiyle yoğurmak.

<*> Rakıya balık tutturmak, kedersiz gönle hamur açmak düşüncede kolaydır. İş uygulamaya gelince irade ister, arzu ister, aşk ister. Gerçek bir manzara talep eder.

<*> Bir çift lakırdı da ‘Sosyal Medya’ya dair… Ne zaman hayatımıza girdi o medya bozuntusu, ne jetonlu telefon kaldı, ne kartpostal, ne mürekkepli mektup, ne de saklı bir köşede gizli buluşmalar… O var oldu ve insanların hayatını esir almaya başladı. Gerçek dostları, arkadaşları kaybetme eğrisi yukarıya doğru eğrilerek tırmandıkça tırmandı. Kayıplar gittikçe çoğaldı. Pratik teknolojinin külfetsizliğinden şaşkına uğramış insanlar zannettiler ki her defasında yepisyeni arkadaşlar ediniyorlar, o sanal dünyada muhayyel rakamları artıyor. Ama gerçekte artan dijital arkadaşlıklar değil günbegün yalnızlaşan bir dünyanın içinde kaybolmaya başlamalarıydı.

<*> Ben de bu sanal endüstriyi çok yakından kullanmama rağmen ‘Sosyal Medya’ fanatiği değilim. Ama tecrübeyle sabittir. Çok değer verdiğim nice kaliteli dostlarımı kaybettiğimin farkına vardığımda harbiden çok geçti.

<*> Hep, apansız aklıma geliveriyor işte. Minibüs, şiddet, otorite, dehliz, karanlık, cehalet… Harç, borç, bütçe mütçe, mahkeme davası, haciz, birikim, ipotek edilenler, nakde blokaj, yeniden yapılandırma, uzlaşma, son varlıkların elden çıkarılması, elde sıfıra sıfır dımdızlak kalınması. Ancak otantik izler kovalanacak… Sağlıklı bir ömür için başka çıkış yok… Yepyeni bir hikâye yaratmak zorundayım…

<*> İsterim ki yalnızlığımı paylaşacaklar en yakınımdakiler olsun. Yoksa hepimiz insanız. İnsan doğaya, yaşam şartlarına ve hayat tarzına göre değişken bir varlıktır. Hoppa bir canlı türüdür. Hele benim gibi içi kıpır kıpır eden bir adamı bağlasan asla tutamazsın…

<*> Holland’ın “Anti-Oedipus” ile ilgili kitabında vardı, Freud ve Nietzsche’ye göre, modern toplum nevrotik ve hasta. Bu hastalığın kaynağında da ölümle yüzleşme yetersizliği var. Javier Marias “Yarınki Yüzün” üçüncü cildinde, ölümle yüzleşen Tupra’nın şu sözlerine yer verir: “İster bir misyonda olsun, ister savaşta, bir uçak filosunda, bombardıman sırasında, siperlerin olduğu zamanlarda siperlerde, bir sokak saldırısında, dükkân soygununda, turistlerin rehin alınışında, depremde, patlamada, suikastta, yangında, hangi durumda olursa olsun, insan istemeyerek de olsa daima yanındakinin ölmesini tercih eder: yoldaşının, kardeşinin, babasının, hatta çocuk yaşta bile olsa çocuğunun. Sevgilinin bile, evet, insan kendisinden önce sevgilisinin ölmesini tercih eder.

<*> Yoksa birileri de benim ölmemi mi bekliyor? (Daha çok beklerler!!)

<*> Yaşamı yaşatmak, yaşamı hapseden ve katılaştırarak öldüren kanıların yaratıcı düşünceler aracılığıyla değiştirilmesiyle mümkün olacak. Belki de sahilde çılgınca müzik yapan gençler ve bir ihtiyarın kendisine sunulan maddi yardım karşısındaki utangaç tavrı, beni bu yüzden duygulandırıyor. Blanchot’nun “Karanlık Thomas”ta yazdığı, “umutla umutsuzluğun içinde birlikte boğulduğu” gündelik hayat, kaçırılan fırsatlar, yaşamı yaşatma ve öldürme mücadeleleri…

<*> İşte o kuyudan çıkmak için “Yenilmezler” dünyasına uçuyorum… İçimde bir teke var. Keçi yani… Bir de şeytan… Lucifer olanı, yani şeytan, dürtüyor. Kalk git diyor. Öteki olanı, yani keçi, inatçı, “Engelleseler bile tırsma, yürü, üzerine üzerine git” diyor. Bir de bana nefes vermemi sağlayan devrimci ruhum var… Beni ayakta tutan…

<*> Ne kadar romantik bir devrimcilikten söz ediyorsam da, o da bana mantıklı, düşünen bir natura vermiş, devrimci tabiatımı yani. Şeytanlaşıyor, keçileşiyor. İnatlaşıyor, üstüne üstüne gidiyor, gıcık veriyor, gıcıklıyor…

<*> Ölmeden önce yapmak istediğim şeylerin listesi cebimde. Bisikletle ‘Büyük Türkiye Turu’; yani bir uçtan diğer uca sınırsız, sualsiz memleket sevdası. “Sakın bisikletle gitme,” diyor ev halkım. Kusuruma bakmayın. Gideceğim. Hem de sorgusuz sualsiz. Hem de büyük bir meftunlukla. Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Antalya’ya, İstanbul’dan Muğla’ya, Çanakkale’den Van’a, İzmir’den Artvin’e, Bursa’dan Diyarbakır’a, Rize’den Urfa’ya. Hem de pusatların cirit attığı Şırnak’a, Hatay’a, Antep’e… Marmara’nın çağlayanlarında, Trakya’nın sarışın gündöndü tarlalarında, Ege’nin lacivert adalarında, Akdeniz’in mavi boyalı plajlarında, Karadeniz’in yüksek yaylalarında, Anadolu’nun çayır ve papatya kokulu platolarında, sıra sıra dizilmiş Toros Dağları’nda, Ihlara Vadisi’nde, memleketin bütün yeşilimtıraklarında, Gökçeada, Bozcaada, Avşa, Alaçatı ve Mardin sokaklarında gezeceğim. Kapıdağ’da konuksever kapıları sarsacağım. Tunceli’ye yukarıdan bakan Munzur Dağı’nın tepesinde Pink Floyd dinleyeceğim. Milva ile birlikte “Çav Bella” diyeceğim. Inti-Illimani ile birlikte “Venceremos” diye haykıracağım.

<*> Kafamın içindeki son duvar kalıntılarını tarumar ediyorum. Belki bir fırsatını da bulur hayatım boyunca beni hep “Alice Harikalar Diyarında” bir çocuk olarak bırakan Peter Pan’ın doğduğu yere de giderim. ‘Never Land’ (Düşler Ülkesi) yani Disney Dünyası’na… Belki o dünyanın 100. yılını orada kutlarım. Ve hatta Grimm Kardeşlerin ‘Masal Yolu’na da sapar, Pamuk Prenses ile Yedi Cüceler’i, Kırmızı Başlıklı Kız’ı, Uyuyan Güzel’i, Külkedisi’ni, Rapunzel’i, Çizmeli Kedi’yi, Bremen Mızıkacıları’nı, Hansel & Gretel’i ziyaret ederim.

<*> Disney, “Entertainment”, yani eğlence kavramının başkenti… Bir hafta boyunca Disney’in dünyasında gezmek… Kurulduğu günden beri hayranlıkla izlediğim müthiş başarı hikâyesi, Pixar’ın koridorlarında dolaşmak. Disney’in satın aldığı Lucas Film’in “Star Wars” evreninde volta atmak. E tabi, oğlum Charlie’nin sevdalısı Marvel Dünyası’na girmek. Yani süper güçlere sahip hayal kahramanlarımla birlikte olacağım bir yolculuk. Oğlumla bana aynı filmi aynı keyifle seyrettirmenin sırrını öğrenmeye çalışacağım. (Ve belki bunları size de anlatabileceğim.)

<*> Hay Allah, bir bisiklet sevdasına benim ayakta kalabilme mücadelemden söz ederken konu nasıl da buralara kadar geldi? Nasıl oluyor da onlar hâlâ ayaklarının üzerinde duruyor? Daha şimdiden Disney Dünyası’na Grim Kardeşler’in dünyasına girdim ya… Kafam Marvel karakterleriyle dolu… “Yenilmezler” filmi geliyor aklıma. Iron Man, Thor, Hulk… 1960’larda çizgi roman döneminde kalan bu insanlar nasıl oluyor da bugün hâlâ ayakta kalabiliyorlar? Filmleri 1 milyar dolara yakın iş yapıyor? Nedir bu “yenilmezliğin sırrı”? Tabii bunu düşününce, son 5 yılda zirve noktasından dibe savrulan bir eğride şahsımın başına gelenleri düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi… Bir çakar yıldızın peşinde işini gücünü kaybettiği halde kaybolmayan karakterimi…

<*> Nasıl, “Masal Yolu” gezisinde, Grimm Kardeşlerin ilham aldığı mekânları, tarihi binaları, şatoları ve kuleleri görebilir, masal kahramanlarının yaşadıkları yerleri ve dolaştıkları ormanları gezebilir, o büyülü masal dünyasına ya da çocukluğuma kısa bir süreliğine de olsa dönebilirsem, bisikletli Türkiye turlarımda da ülkemin masal kahramanlarının yaşadıkları yerleri keşfedebilirim. Memleketimin her bölgesinin kendine özgü coğrafi güzellikleri kadar, tarihi mekânlarını ve kültürel dünyasını da yeniden ama farklı bir yaşam tarzıyla keşfedebilirim.

<*> Mizaç olarak hayatta hep bardağın dolu tarafını görürüm. Olumsuzluklardan ziyade olumlunun altını çizmeyi, güzeli öne çıkararak oradan yaşama sevinci devşirmeyi zannederim daha katlanılabilir buluyorum.

<*>İnsan için büyük adım ama insanlık için neredeyse yok hükmünde” türü dokunuşları da önemsiyorum. Hani şu kabak tadı vermiş, klişe olmuş ama bir o kadar da anlamlı olan metafor: deniz yıldızlarının hikâyesi… Hoş bu hikâyeyi her duyuşumda tüylerimi diken diken eden bir anım aklıma çörekleniyor ama hikâyemi kendime ve kendi anlamına döndürmek için elimden geleni yapıyorum. (Nahoş anıya gelince onu daha geniş zamanlarda paylaşayım.)

<*> Gönül yorgunluğu başlığını koymalıydım bu yazıya. Bununla ilgili pek çok deyim de aklıma düştü haliyle. Ağır hikâyelerin sağanağıyla yaşamak zorundayım ya, işte bu sağanak nasıl da yoruyor gönlümü. Gönlümü kırıyor, gönlümü parçalıyor, gönlümü çökertiyor, gönlüme dokunuyor, gönlümü karartıyor, gönlümü bulandırıyor, gönlümü yıkıyor. Gönül koyuyorum böylesi ümüğümü sıkan, yaşamak zorunda bırakıldığım bin bir türlü garabetin at koşturduğu hayata. Hayata gönül koyuyorum, içten kırılıyor, inciniyorum. Yediğim lokmalar bile içime sinmiyor, güldüğümde suçluluk duyasım geliyor. Gülmek ki en büyük meydan okumak, değil mi?

<*> Benimkisi bir balıkçı hikâyesi. Düşüncelere dalan bir balıkçı… Geçip giden zamanı denizin ortasında dalgaların sarsıntısıyla hisseden. Blanchot’nun “Karanlık Thomas”ı da denize bakarak düşüncelere dalıyordu, şöyle yazmıştı: “İşte bu yeni durumun içindeyken kimsenin, kendisinin bile hakkında bir şey bilmediği bir canavarı besler gibi içinde umudunu beslediği…” İnsanın içinde beslediği bir canavar olarak umut… Her hikâye kendi içinde bir umudu, onu yiyip bitirecek bir canavarı taşımaz mı? Ve o umut coşkulu bir tebessümle başlamaz mı güne?

<*> Gülmek deyince, dostlarla gülmek hele hele her cinsten dostlarla sevinçli zıplamaların eşlik ettiği, çocukluğun ip atlarkenki, kukalı saklambaç oynarken ki, yeğniliğin (hafifliğin) benliğimizi esir aldığı o değerli anlardan birini yeniden yaşamak.

<*> Kıkırdamak yakın çevreye inat. Asabileşen komşu manevralarına rağmen. Gülmek bulaşıcıdır ya, olmayacaktır, (bunu bildiğim halde) onlara geçmeyecektir, bulaşmayacaktır. Aksine sinir olacaktır bize. “Ne güzel gülebiliyorsunuz, ülke bu haldeyken” diyeceklerdir. (Gözlerini kocaman açmış, şaşkın ve utanmış emoji…)

<*> İşte o anda değişecektir her şey. Kahkahanın yerini kabahatli olma duygusu alacaktır. Bir zamanlar akşamdan sabaha, sabahtan akşama kıkır kıkır gülmeleri paylaştığım can dostlarım ne düşür bilemiyorum ama bu suçluluk bir an yüreğimden yanaklarıma doğru dalga dalga bir kızıllık olarak yürüyecektir. Bir andır o, evet. Edip Cansever’in “Mendilim’de Kan Sesleri” tüm güzelliği ve dokunaklılığıyla gelip çöreklenecektir yüreğime.

<*> Evde panik havasında geçen öngün çarçabuk sıyrılıp gitti sayılır. Ancak kıskaçta bir tavşan gibi ürkmüyorum desem yalan olur. Tek arzum şu emeklilik başvurum sonuçlanana kadar başım(ız)a bir arıza gelmemesi. Bisikletli geleceğim de bu ütopyaya bağlı!!

<*> Eh, yani, yenilik isteyen bendenize ÜTOPYA, eskiye takılıp kalmak isteyen herkese DİSTOPYA var şu gelecek günlerimizde.

<*> Geceler mehtap… geceler sevimli ve mumla aratır cinsten… hepsi sevgi dolu…

Havadan Sudan Bir TEŞEKKÜR Notu

Düşlerim içinde bir şey Bana çok kibar davrandı. En seçkin bağlılığını bir sağanak halinde yağdırdı üstümde. Oh, ben çeşitli gerekçeleri saydıkça öyle kutsal bir görüntüsü vardı ki! O sanki bir melekti, Bana tebessüm etme yolunu gösteriyordu. İki haftadır bir sırrını paylaşıyordu Benimle, kim bilir, belki daha önce duymuş olabilirim, ama asla doğru olabileceğini kabullenmedim. Bana yapabileceğimi gösterdi.

Tabii ki yapaBİLİRİM
  • Bir Blog oluşturmak
  • Yazmak
  • İlham vermek
  • Motive etmek
  • Gönle dokunmak
  • Gülümsemek
  • Bir farklılık yaratmak
  • Mutluluk yaymak
  • Heves/şevk bahşetmek
  • İfade etmek
  • Hızlı öğrenmek
  • Birini özel olduğunu hissettirmek
  • Sevmek
  • Yardım etmek
  • Bağlanmak/bağlantı kurmak.

Ve; evet, MEMLEKET’in her santimetre karesini bisikletle turlayabilirim!

Seninle dürüst olacağım. Birkaç ay öncesine kadar bunların tümünü veya birçoğunu yapıp yapamayacağımı bilmiyordum.

Ama şimdi kendimi öyle iyi hissediyorum ki! Çünkü yapabilirim. Tıpkı İngilizcede söylendiği gibi: “Yeah, I can!

Bir sonraki esintide görüşmek üzere

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref 

***…***

(*) Önceki Makale: “Bir Bisikleti ve Huzuru Gördüm Rüyamda

(*) Sonraki Makale: “Barınma Barındırma Tıkıştırma Zıkkımlanma Bollanma Çoğalma

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!