Eksik Olmasın Şu Malzemeler Bir Âlem

Kızıl toprak rengi kiremitlerin üzerine sarkan pamuk pamuk bulutlar, göz kamaştıran, güneş vurdukça parlayan, ışıldayan binlerce ışık saçan kırık aynaları gördüm düşümde. Yıllardır ayrıyım onlardan. Kırmızı kiremitlerden, kırık aynalardan, hışşş sesi çıkaran ayrık otlarından, merdiven altı sümbüli ve meçhul toplantılarımızdan.

Çocukken arkadaşlarımla çeşit çeşit taşlar toplardık bahçemizin çevresine dağılmış. Taş oynardık. Birbirimizin garip şekilli, renkli, nispetli taşlarına vurdurarak sayılar kazanmaya çalışırdık. Bulduğumuz çakıl taşlarını kuyu suyuyla yıkar koleksiyonumuza atardık. Biz bütün taşları severdik. Alını, morunu, beyazını, karasını, akını, alasını. Kızlar seksek oynarken biz delikanlılar tüm güzel taşları torbamıza doldururduk.

Allaşmış toprak rengi kiremitlerin üstüne düşen çam kozalaklarından parçalar koparır içindeki kara fıstıkları ayırırdık, kömür yığınına bulaşmış gibi olurdu parmaklarımız. Bazen taze yeşil çam kozalakları da düşerdi, onları alır kum ateşinde yakardık. Mis gibi kokardı etraf. İslenmiş yeşil kozalaklar ateşin ısısıyla kendiliğinden açılır, süt beyazı fıstıkların tadına doyum olmazdı. Yanmış, toprak gibi parçalanmış, un gibi ovalanmış kabukların tozlarından saksı diplerine kapak yapardık. Gübreli toprak altta kalır bulutları, güneşi arardı gözleri.

Merdiven altında buluşmalarımız bittiğinde eski, atılmış, boya tenekelerine gözümüz ilişir içlerindeki son artığı kuyu suyuyla sulandırır, toprak damların, teneke saksıların üzerine bir yaprak fırçayla sürer, içimizden geldiği gibi süslerdik, tam kapatmasa da, benekli, alacalı bulacalı renkler ortalığı kaplar her yer özgür renkler giyinirdi.

Yazılar yazardık duvarlara. Bazen masum şeyler, bazen sevgi kaziyeleri, bazen de siyasi. Mor, eflatun, beyaz, mavimtırak yazılar. Bir taş parçasına tükürür incir ağaçlarının dallarına sürterdik. Saniyeler içinde ovulan dallar, ıslanmış, ağlamış, isyan etmiş, çamurlaşmış olurlardı. Yaptığımıza şaşar, üzülür, biz de ağlardık. Sarardık o dalları cebimizden çıkardığımız sümüklü mendillerle. Barışırdık. İyileşirlerdi. İncir tanesi armağan ederdi o dallar. Yemişi yer kabuklarıyla avuçlarımıza, yüzlerimize parmaklarımıza albenili desenler yapardık. Kızılderili olurduk. Tavuk kardeşlerden tüy borç alır kafamızın arkasına uzattığımız saçlara tutuşturur gece ay ışığında saatlerce dans ederdik.

Ateş yakardı büyüklerimiz o milli Mayıs gününün gecesinde. Acı hatıraları da olan o günün gecesinde. Ağıtlar yakardık önce. Sonra şekil şekil, desen desen çevirirdik ateşi. Alevlerin içinde güzellikler, coşkular boy atardı. Şakacı Sokak servileri gibi bulutlara çıkardı duygularımız. Bilirdik. Hiç yanılmazdık. Bulutların üstünde takla atardı saçaklı güvercinler, bizi kıskanırdı. Üst mahallelerin güvercinleri olurdu. Güvercinleri uçurmak onlar için eşsiz bir oyundu. Bizse kuşların hep özgür kalmasını isterdik. Özgürce dallara konmalarını, daldan dala uçuşmalarını hayranlıkla seyrederdik.

Biz hep özgürlük yanlısıydık…

Özgürlük…

Düşünmesi, söylemesi kolay olan. Sahip olunması ise hiç de kolay olmayan.

Şimdiden tecrübe ettiğim ah şu yalnızlıklar serisi…

Planlarıma göre yapmak istediğim bütün gönüllü “Doğada Tabana Kuvvet” gezileri özgürlüğü alabildiğine sunuyor tıpkı az önce anlattığım çocukluk yıllarımdaki özgür oyunlar gibi. Dışarıda yaşamın ta kendisi. Havadar, ferah, umursamaz, başına buyruk, nefes almaya elverişli, özgür, kayıtsız.

Gençliğimde, annem ne zaman bir komşuya gitse, her genç gibi, arkadaşları bir saat içinde eve toplayıp, “sürpriz partiler” yapacak cinsten biri değildim. Böyle dört duvar arasına kilitli şeyler organize etmeme gerek yoktu. Zaten hayatımın dörtte üçü adına evlek bahçe dediğimiz kocaman oyun alanımızda geçiyordu. Kalabalıktık. Bir iki derken her ağaca yetecek kadar çoğalırdık.

Londra’da kaldığım yıllarda tek başıma yaşadığım bana özel odalı evlerimde de gelen gidenin haddi hesabı yoktu. En son kaldığım Turnpike Lane’deki 15 metrekarelik çatı katı arası odamda, kapı komşum aynı zamanda o zamanlar sevgilim olan Fergie’nin de hatırıyla 20-25 kişi ağırladığımı bilirim. Hem de Türkiş yemeği temalı!

Malum kuru fasulye pilavı bilmez bu İngilizler. Ama zaten davetime gelen tiryaki konuklarımın çoğu İngiliz ağırlıklı değil, enternasyonal dünya şahsiyetleriydi. Latin’i de vardı, Avrupalısı da; Asyalısı da vardı Afrikalısı da. Beş kıta büyük hayallerle toplanmış bir küçük odada ne müzikli eğlencelere, kültürel söyleşilere dalardık. TKP’li gençlerle de siyasi toplantılar yapar, yemekler yer, içkiler içer, Ruhi Su’dan, Rahmi Saltuk’tan, Zülfü Livaneli’den türküler dinler, Timur Selçuk ve Fikret Kızılok ile coşar, tarihsel muhabbetler yapardık.

Ne zaman ki evlilik kapıya dayandı, evde davetler verip, ağır misafirler ağırlamayı hiç sevmedim; bunun yerine dışarıya diktim gözlerimi ve tam bir lider edasıyla hafta sonu turları organize etmeye başladım, peşimde bir konvoy arkadaş ekibiyle. Tabii böylesi çok daha güzeldi. Çünkü biz çalışan kitleler olarak evin herhangi birine yük bindirmektense sosyalleşme zamanımızı hep birlikte ya bir deniz kıyısında, ya bir piknikte, ya da bir tatil yöresinde harcıyor soluğu nedense günübirlik anlayışımızla hep İstanbul dışında arıyorduk.

Oldukça da eğlenceli geçiyordu bu turneler. Ama diyorum, acaba biz ailecek önderlik etmeseydik, öne çıkıp soluksuz turneler tertip etmeseydik acaba yine o kalabalıklar yollara dökülür müydü? Ya da; hepimiz kafa dengi olmasaydık çekilir miydi o günün vefakâr yorgunluğu, sahiden keyif alır mıydık tüm gün boyunca özgürlüğün tadını çıkartırken cümbür cemaat bir arada olmaktan, eve döndüğümüzde o günün manasını bir de yatakta uyku moduna girmeden bir daha, bir daha hatırlamaya çalışır mıydık?

Sanırım bu herhangi geniş açıya taş çıkartacak cinsten gezi örgütleme işi bendeki genetik bir durumdan kaynaklanabiliyor olabilir. Zira hep “ANILARIM” dizisinde anlatmaya çalıştığım makalelerde vurguladığım gibi benim köklerim acayip gezgindir, göçmenlik ruhu bünyelerine hâkimdir ve hep bir yerden bir yerlere giderken mutlaka peşlerinden birilerini de sürüklemektedirler.

Buğday tenli, kumral saçlı, masmavi gözlü annem de böyleydi. Sosyalleşmeyi pek severdi. İstanbul içindeki akraba ziyaretlerine mutlaka mahalle sakinlerini de peşine takar öyle yolculuk ederdi. Toplu hayatı hiç esirgemezdi. Onun açısından konu komşuyla vakit geçirmenin keyfine diyecek olmazdı. Bunu yüzüne yerleşen camgöbeği tebessümlerden anlayabilirdiniz. Maviş gözleri boncuk boncuk oynardı. Hele konuk ağırlamaya bayılırdı. Ne zamanki evimizde kalabalık, çaylı pastalı bir davet var, annemin yüreği bir iki gün öncesinden gitar teline eşlik eden soprano gibi düete başlardı!

Bense, çocukluk işte, o günleri ziyadesiyle çok sever, keşke her günümüz böyle özel davetlerle dolu olsa diye düşlerdim. Annem yoruluyor muymuş, evin umumi bütçesine, mutfak ekonomisine tahribatı var mıymış, yatılı misafirler için yeterince olanaklar bulunuyor muymuş diye düşünmezdim tabii. Bununla beraber o dönemde, özellikle misafirlerin geleceği günü, annem gibi ben de tez canlılıkla beklerdim. Sözgelimi mutfak tezgâhı un+şeker+yağ üçgeninde çeşitlemelerle kurulurken, fırındaki poğaça ve keklerin son durumu kontrol edilirken, annem süslenir püslenirken, etrafta dolaşıp parazit yapmaya ayrıca özen gösterirdim! Kadıncağız beni çok sevdiğinden burnumu her şeye sokmama izin verirdi. Üstelik delikanlılık çağıma girdiğimde onun en temel alışveriş küfecisiydim. Onlu yaşlarıma bastığım andan itibaren bütün erzak, mutfak ihtiyaç işlerinin alımını benim üstüme yıkmayı başarmıştı. Açıkçası, bu iltifatlı talep benim de işime gelmiyor değildi. Kadıköy’e gitmek hem kahvaltılıkları, bunun yanında diğer gerekli tüm ihtiyaçları almak, hem de dönüşe namlı Beyaz Fırın’a uğrayıp kıymalı poğaça ile ayranlamak için neler vermezdim ki. E, her şey karşılıklıydı. Al gülüm ver gülüm.

Neyse arada bir lüzumsuz soru veya annemin kırmızı ruj ve mavi göz boyasından meydana gelen hafif makyajını, elmalı kekinin cevizli köşesinden süsünü vesaireyi bozmam durumunda, azar ihtimali yüzde sıfır seviyelerde gezer, o bozduğum köşeyi bir tabakta bana sunmakta asla cimrilik etmezdi. Evet, tıpkı diğer anneler gibi benim annem de misafir konusunda fanatik derecede mükemmeliyetçiydi. Gelecek olanlar her ne kadar yakın komşu, samimi ambiyanstan karakterler de olsa bu rol, bu duygu hiç değişmezdi.

O gün tabiatıyla sayısız çeşit, hepsi evde hazırlanmış iddialı ve orijinal unlu mamuller pişecek. Öyle dışarıya, pastaneye, ekmek fırınına filan güvenilmeyecek. Sabahın ilk saatlerinde işçi ve öğrenci takımını doyuracak; sonra elime bir liste tutuşturacak ben okula gidene kadar bu eksikmiş, a şunu da unutmuşuz, bak bak bak, diyerek hemen bir koşu alınmasını isteyecek; sonra mutfağa girişecek ve o zamanlar moda olan iptidai davul fırın ısıtılıp kıvama getirilecek; hiç ama hiçbir mamul hazır alınmayacak, onun el emeğinden geçerek, sadece misafirlerin kullanımına açık süslü tabaklar içinde, yanında işlemeli çatal ve bıçaklarıyla beraber çay servisleri yapılacak… Salon salamanjeyi donattığı açelyalar, menekşeler, devetabanı vesaire çiçeklerin tozunu alıp bakımını unutmayacak. Evde bütün mobilyalar aksesuarlar gıcır gıcır ve simetrik olacak, her yer oda spreyi kokacak ve annem, sanki bütün bunları başka biri hazırlamış, kendisi ilk defa görüyormuşçasına, bakım ve şıklıktan patlayacak!

İşte yıllar sonra, annemde sayısız kere gördüğüm bu çılgınlığı eşimde görmemek için ev misafirliklerini mümkün olduğunca hep uzağımızda tutmaya çalıştım. En delirdiğim şey de değişen çağa ayak uyduramayan insan doyumsuzluğuydu! Kimseleri bir türlü memnun edemiyordunuz. Oysa annemin özgür ama küçük dünyasında ne kadar büyük insanlıklar ve ilişkiler vardı. Hiç kimse şikâyet etmezdi. Dedikodular bile usulünce yapılır kimse kimseyi rencide etmemeye çalışırdı.

Bir gün, belki de bu hususta son isyanıma neden olan bir ev daveti teşebbüsüydü, çok iyi anımsamıyorum, Emel ve ben deli divane olmuş, gelecek arkadaşlarımıza hazırlıklar yapıyoruz. Yahu millet gelene kadar bir şeyler içelim, ufaktan bir şeyler atıştıralım, ne bileyim. Yok. Onu elleme. Buna elini sürme. Sanki reis-i cumhur geliyor. Bu ne resmiyet canım? Ben zaten tatlı gördüm mü dayanamam. En fazla o ırak tutuluyor benden. Gözlerim yetmiyormuş gibi ellerim de erişmesin diye. Üstüne kondurulan şamfıstığı, fındık, hindistancevizi serpmesinin suni dengesi bozulmasın diye mi, Emel’in kırmızı ruju çıkmasın diye mi, benim pantolonuma tatlı şerbeti dökülmesinden korktuğu için mi ne, öyle kalıp gibi oturup beklemiştik!

Valla belki de ilk kez keyif almamıştım misafircilik oynamaktan. Ve o günün bende bıraktığı migren evli konuklara başkaldırdı! Bir daha dedim tövbe. Hep birlikte dışarıda yer içeriz, üstelik gezer tozar, bir yerleri görürüz, fotoğraflar çekeriz, özgürlüğün tadını çıkarırız.

Sanırım hayat yoldaşım da o günden sonra benim evle evlilik yapamayacağım bir cins olduğuma iyice kanaat getirdi ve bana verdiği lojistik destek ile çıktık doğaya. Yeminle çıkış o çıkış. Hiç dönmemeye çalıştık geri. Döndüğümüzde ise sadece ‘zorunlu’ konuklarımızın evimizin başköşesinde konaklamasına müsaade ettik. Onun dışında ne bir mahalle, mesken komşusu, ne bir bahçe komşusu, ne bir iş arkadaşı ne bilmem ne… Hatta o ‘kaçınılmaz’ addettiğim yakın akrabaları bile dışarıya, her tarafı oksijen kaynayan canlı doğaya davet etmeyi başarmıştım. Artık hepimizin buluşma mekânı yemyeşil doğaydı, bir şirin sahil kasabasının eşsiz güzellikteki deniz kıyısıydı falan filan…

Yalan değil bu sayede ne migren gördük ne bel fıtığı ne başka rahatsız edici bir hastalık türü. İsteyen istediği şekilde evindeki titizliği doğaya taşıyabilirdi. Bizim gönlümüz son derece rahattı.

Bugüne gelince…

İkimiz de evcil çift değiliz. İkimiz de ve hatta evlatlarımız da bize ayak uydurduklarından müthiş bir özgür organizasyon böbürtüsü yaşıyoruz!

Tersi bir duruma bakar mısınız?

Muhakkak son anda sofrayla ilgili bir problem çıksa; misal, aman tanrım örtüde garip bir leke var, veya şarap kadehlerinden biri kırıldı, veya “Eee, hani bizim çorba kâsemiz sekiz taneydi, burada altı tane var!!” Veyahut; gelen misafir arkadaş evde olmayan bir şeyimizi isterse! Yahu bu saatte nerden bulayım ben şimdi ananas suyunu, füme ketçabı, cin-toniği. Zaten ağzıma sürmem şu saçma cini. Neyine yetmiyor viski? Al Malibu iç, belki ananasını tıkar. Hadi bunlar olmadı; muhakkak teknik bir aksaklık çıkar. Arızalar hayat bulur. Çünkü burası tuhaflıkların memleketidir. Elektrikler şaaak kesilir, sular tıssss, fırın bozulur, müzik sistemi çöker, kaset sarar, CD bozulur, klima su kaynatır, vantilatör yayından çıkar… Hiçbir şey olmaz diyenlerden değilim. İlla bir şeyler olur. Mutlaka zamanlamayla ilgili bir problem yaşanır. Konuklar ya beklenen saatten ya çok önce ya çok geç gelir. Adam gibi içki değil, su gibi içki içildiğinden çerezler erken biter, açlık şekeri tavan yapmış bir paşa misafir “Yahu acıktık, hadi oturalım,” diye bir öneri sunar, ancak biz nedense bir yarım saat sonra yemeğe oturmayı planlamışızdır! Veya henüz kan şekeri fırlamamış, zayıf, hanım hanımcık bir hatun arkadaşımız “Ay daha acıkmadık hayatım, sohbet tatlı” demeye getirir ve bizim buğulama balık fırında kurur!

Keşke her şey böyle candan, kahkahadan çatlatan, günahsız yaramazlıklarla sınırlı olsa. Muhakkak o gece evimize teşrif edecek bütün misafirler bekleyip bekleyip aynı anda sözleşmişler gibi damlarlar ve biz kimin paltosunu asalım, kime hangi yeri gösterelim derken, harrangürra hoş geldinler yapar ivedi tokalaşmalarla ev sahipliğimizi göstermeye çabalarız ya da çaresiz oraya buraya koşturmaktan tıknefes oluruz.

Ha bir de maşallah boylu poslu, ezelden iştahlı ve kendini çok esprili zanneden gürbüz etobur arkadaşımız masamızdaki alaturka, sağlıksız ve/veya şahsına münhasıran tatsız yiyeceklerle dalgasını geçmezse kendisini eksik hisseder, ne yerse yesin vejetaryen sofradan aç kalktığını iddia eder, giriş paragrafıyla ana menü arasında on dakikadan fazla zaman varsa, bu kez abartılı kıvranmalar ve açlık esprileriyle bizim ev sahibesini bunaltır!

Espri yaptığını sanıp insanı hasta edecek kadar ileri giden klişe cümleler: “Yani bizi bir avuç bakla ile doyuracaksanız, kebap yiyip gelseydik!

Çüşşş; bari süzme yoğurt da yiyip gelseydiniz kardeşim. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer diyen ben değilim, sizin atalarınız. Kebap mı zıkkımlanacaktınız yeseydiniz o zaman. Bakın nasıl gerdi birden değil mi? Halbuki yapardık bir düdük makarna, yemekten sonra onu yer karnınız doyardı da diyebilirdik, böyle iki kaşık çorba, ızgara sebze falan, nereye kadar?!

Zaten elde olsa içkiye dayardık buzu, yanında da bir takım otlu çerezler. Ne gerek var üzülmeye…

Yemekli, uykuya yatmalı misafir olağanüstü zordur ve insanı çileden çıkarmaya birebirdir. Boş vermeye gelmez. Biz ailecek keyfini çıkarmak için doğada buluşmaya davet etmeye devam edeceğiz.

Yiyen yer, beğenmeyen bir daha gelmez!

Bana gelince; acilen su kenarı bir yerlere gitmek istiyorum! Hem de hemen…

Yalnız heyecandan unutmamak için bir yere kaydedeyim istedim. Tıpkı sırt çantamın içine girecek malzemeler kadar değer taşıyan, her bir “GAZA GELDİM🚶🎒” turu için ayrı ayrı olmak üzere şu bilgileri de planlamamın içerisine yerleştirdim.

  • Parkurun mesafesi.
  • Biliniyorsa alınacak yükselti miktarı.
  • Zorluk derecesi.
  • Yol üzerindeki su kaynakları. [İçilebilir, içilemez, filtre edilerek içilebilir şeklinde belirtilmeli.]
  • İklim şartları
  • Yol üzerindeki kamp alanları
  • Yol üzerindeki yerleşim yerleri
  • Yerleşim yerlerinde:
  • Kamping alanları
  • Otel, motel, pansiyon
  • Arkadaş evleri.
  • Mekânlar:
  • Market
  • Restoran
  • Postane
  • Çamaşırhane
  • Outdoor mağazası
  • Ulaşım olanakları.
  • Acil durumlarda iletişim olanakları

Özgür dünyanın çevreninde, yol üstünde, kamp alanında, açık doğa örtüsünde çeşitli özgür malzemelerden de faydalanmak isteyebilirim. Bunların kimi ya daha önce fırlatılıp atılmıştır, ya da unutulmuştur. Yerim elverdiğince belki bir süreliğine yanıma almayı da düşünebileceğim şu gülünç ama hayat kurtarıcı malzemeleri de bir yerde okumuş ve notlarını kaydetmiştim, burada paylaşayım isterim:

  • Katlanır su bidonu: Kamp alanında yüz defa dereye, çeşmeye gitmekten kurtaracaktır.
  • Katlanır mini mat: Taşa oturmak mı? Neme lazım, soğuk moğuk çeker, cırcır olurum.
  • Bacaya dönüştürülebilir hurda: Sacdan veya folyodan. Kampta ateş korucusu olarak işlev görür. Ayağımın altına alır ezince de ufalır herhalde.
  • Zeminlik: Yer döşemeliği olarak. Doğada parke, marley, halı ne gezer. Mat altına, çadırın altına sermek için kullanırım.
  • Deniz Yatağı: Gerçi kötü bir tecrübem vardır ama neyse. Şişme mat niyetine, minimum ağırlık, minimum hacim, gayet de konforlu. Ne kadar dayanır mala bağlı.
  • Solar lamba: Pek aydınlatma fonksiyonu yok diye biliyorum ama uzaktan bakınca kamp yerimi bulmama yarayacaktır.
  • İp testere / Katlanır testere: Oduncu olacak değilim. Ancak odun ormanda kalıp şeklinde beklemiyor beni maalesef. Takılıyor ağacın içinde, cırt cırt kaymıyor. Ne büyük hayal kırıklığı. Bunun yerine katlanır testereler var onlardan edinmek lazım.
  • Ateş yakma şeysi: Sönmeyen kibrit niyetine.
  • Katlanır çanta-torba: Naylon torba olmaz, bunlar harika. Sırt çantamda yer açmaya çalışmak yerine içecekleri buna doldurup taşıyabilirim.
  • Yumurtalık: Kırıp pet şişede taşımak bir çözüm alternatifi olsa da bir yumurta taşıma kabı ile kamp alanından önce uğradığım son marketten alacağım yumurtalar artık güvende. Sabah haşlanmış yumurta, öğlen menemen, akşam da aperatif olarak soğanda ya da çökelekte yumurta. Mangal közüne gömdüğüm yumurtaları da yolluk yaparım. Hiç fena fikir değil.
  • Hoparlör: Müziksiz ne hayat ne inanç ne umut.
  • Aşure kabı: Yemek kabı niyetine, salata için, bilumum yemek yapma süreci için ideal. Hem de dayanıklı. Mısır bile patlatırım valla!
  • Hamak: Bakmak bile keyif veriyor. Ama çok tehlikeli. Yoldan alıkoyar diye korkuyorum.
  • Naylon ip: Her türlü tehlikelere karşı olmazsa olmazlardan.
  • Göz Bandı: Hiç işim olmaz ama belki başka bir işe yarar diye ekledim. Jack Sparrow olabilirim belki.
  • Eşya sıkıştırıcı: Her şeyini doldurup kayışlara asılınca hacim düşüyor diye söyleniyor. Mismiş. Deneyebilirim. Bundan başka gece de güzel yastık olabilir. Sanırım giysileri torbaya koymaktan iyidir.
  • İğne-iplik: Ne olur ne olmaz. Olmadık yerde cıırtt bir ses fena moralimi bozabilir. Eşofman ağının yırtıklığı onun ağırlığından daha fazla olacağı için yanımda bulunsun.
  • Alüminyum bant, duck tape plastik kelepçe: Tamir, bakım onarım işlerinde lazım olabilir. Birazını sarıp kartona, atayım çantama, ne olur ne olmaz.
  • Alüminyum folyo: Biraz folyo kesip katlayıp atmak lazım çantaya, ihtiyaç olacağına hiç şüphem yok.
  • Sarı bez: Temizlik işleri için ideal. Belki toz filan da alırım.
  • Alüminyum çadır kazığı: Yamulmuyor, hafif, kolay saplanıyor, kolay çıkıyor. Ayrıca bira kutusuyla alkol ocağı yaparsam bunların dört tanesini ocağın etrafına çakıp üzerine tencere koyabilirim.
  • Sürpriz yumurta kabı veya minik şeker/sakız kutuları: Bunlar baharat taşımak için ideal. Dışarıdan yemek söylediğimde pakette gelen minik tuzlar da iyi iş görüyor.
  • Emergency blanket: Yaylaya çıktı mı insan üşüyor bazen. Tam kestiremiyorsun hava durumunu. Üşüyünce de uyunmuyor. Atalım çantaya dursun, hafifçecik bir şey zaten.

Buraya kadar maddelediklerimin fotoşopsuz resimlerini de koymak isterdim başuçlarına. Ama özellikle koymadım. Ola ki ihtiyacım oldu ve ben o vakit o tur ile ilgili yazımda heyecanla paylaşırım.

İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Tembelliği Saklayan Çürük Bedenler ve Sırt Çantasına Tıkıştırılmış Yürüyüş Azmi

(*) Sonraki Makale: “Sırt Çantamı Alıp Yola Koyulmama 2 Hafta Kala: Ne Yapmalıyım?

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!