Çekilip Boş Yollardan Bir Sait Faik Rıhtımına İniyoruz

Beşiktaş’tan Heybeliada’ya… Heybeliada’dan Burgazada’ya…

Günübirlik Adalar yolculuğumuz ve tabi ki benim açımdan yine bir başka “sırt çantalı doğada tabana kuvvet idmanı” amaçlı bir yürüyüş turnesi, Hüseyin Rahmi’nin Heybeli’sinden, Sait Faik’in Burgaz’ına doğru devam ediyor.

Heybeliada’dan bindiğimiz püfür püfür esen, yol alırken geride kabaran köpükler bırakan Mavi Marmara motorundayız… Yine motor, yine hüsran… Vapurlar tarihe karışmış gibi…

Burgazada

13:10’da Burgazada’sına varıyoruz. Aslında adaya ayak basmamızla çıkmamız bir olabilir. Çünkü oldukça küçük bir ada. Bununla beraber küçük ve küçük olduğu kadar davetkâr bir ada burası. Yaklaşık iki kilometrelik sakin ve oyalayıcı yürüyüşle bir saatte tamamlayabiliriz gibi bir görüntüsü var. Ama eminim biz o sokak senin, bu sokak benim diyerek yolumuzu sakız gibi uzatacak ve bir üç-dört kilometre yapacağız.

Ve iskeleden indiğimiz o andan itibaren: balıkçıları, sakinliği, miskin kedileri ve Büyükada’yı andıran güzel evleri ile gönlümüzü fethetmeye hazır bir yer gibi karşılanıyoruz.

Yalnız bu ada ve bir sonraki ziyaretimiz olan Kınalıada için kulağıma küpe yaptığım bir eleştiriyi dikkate almaya çalışacağım.

Kulağına küpe olsun!!!

Geçenlerde Tekirdağ’da kamp yaparken eski bir arkadaşıma rastladığımda laf lafı açtı ve konu benim şu yaptığım paylaşımlara geldi. “İyi, hoşsun, güzelsin, ama çok uzatıyorsun,” deyiverdi birden. “İnsanlar artık uzun yazılardan sıkılıyorlar. Okumuyorlar. Okuyan çıksa bile iki elin bir parmağını geçmez herhalde. Ben bile seni en iyi takip edenlerdenim, ama bazen bir makaleni birkaç seferde ancak okuyorum. O da ilgimi gerçekten çekerse.

Bu kadar şeffaf bir eleştiri karşısında ne diyebilirim ki?

Haklıydı. İnsanlarda o eski sabırlar kalmadı. Bir de etrafta yığınla yazı bombardımanı olunca hangi birini okuyacaklar ki! Hem zaten elde sürekli bir cep telefonu, milletin çoğu ekseriyetle onunla takip etmeye çalışıyor gündemi, o filiz parmaklarıyla sürekli aşağı aşağı ittiriyor, eh birkaç ilginç resim filan varsa biraz ona takılıyor, sonra hop ‘X’ ile senin dünyanı kapatıp bir başkasına geçiyor. En çok sevilenler ise gönül okşayan kısa metrajlı yOUtUBE videoları oluyor. Orijinal hayat bu!

Bu nedenle, hiç âdetim olmadığı halde, ben de bu gezi-yaşam anısını mümkün mertebe kısa tutmaya çalışacağım. Bakalım bir denemeden öteye geçip benden istenileni başarabilecek miyim?

Açıkçası bir ara websitesi himayesinden vazgeçme noktasına bile gelmiştim. N’olacak; koyardım birkaç fotoğraf facebook’da, altına da mini minnacık bir yazı, alırdım edebiyat hevesimi. Olmadı, yapamadım. Bunca emeği çöpe atmayı gözüm yemedi.

İnanın şu anda sürdürdüğüm seyyah hayatta ne gezerken yoruluyorum, ne onca yükü sırtımda taşırken. Yarının velespitinde geziler döşerken de böyle olacağına inancım sonsuz. Gelgelelim hatıralarımı, gezdiklerimi yazıya dökme eylemi hayatın en uzun ve en yorucu tarafı. Zaman alıcı ve meşakkatli. Bunu en iyi bir taraftan gezerken, diğer taraftan da blogunu doldurmaya çalışan gezginler anlayabilir.

Neyse uzatmayayım ve Adalar maceramıza döneyim…

Prens Adalarında Macera Değişiktir

Bizim molekül ailemizde, ortaya ne zaman “Hadi Ada’ya (ya da Adalar’a) gidelim,” diye bir teklifte bulunsam, “Ah, ne iyi,” diye cevap alırım. Heyecan doruğa tırmanır, hemen hazırlıklara girişilir. Adalar güzeldir, oraya gitmek de ucunda keyif görünen bir iştir. Oysa İstanbul henüz Konstantinopolis iken biri aynı şeyi söylese, herhalde verilecek tepki daha değişik olurdu. “Vah vah”, “Tanrı kurtarsın” gibi bir cevap vermek daha uygun düşerdi. Bizanslılar “Prens Adaları” diyordu bunlara, çünkü Adalar prenslerin, imparatorların, çoğu zaman gözleri oyulduktan sonra sürülüp hapsedildikleri yerdi. Bundan başka bir de ciddi inzivaya çekilen keşişler bu adalara giderdi. Dolayısıyla, adalara verilen bir ad da “Papadonisia” (Papaz Adaları) idi.

Genellikle balıkçılıkla geçinen az sayıda insan yaşıyordu buralarda. Bana kalırsa Adalar’ın tarihinde ve talihindeki bu değişimin tek nedeni, ulaşımdır. Hızlı vapurlar ortaya çıkıp mesafe kavramını değiştirinceye kadar, Adalar İstanbul’un çok uzağında, ücra bir yerdi. Onun için, yukarıda sözünü ettiğim bahanelerden dolayı eksantrik İngilizler dışında kimse bu adalarda vakit geçirmek istememişti.

Sağdan say…

Çocukluğumdan beri çok sıkça yaptığımız Adalar ziyaretlerinde, ki biz en fazla Bostancı Adalar İskelesi’ni kullanmışızdır, buradan gidişe göre ilkin Kınalı’ya (Proti) varılır. Sonra Burgaz (Antigone Türkçe adı Pyrgos’tan), Heybeli (Khalki) ve Büyükada (Prinkipo) sıralanır. En sonda, yakın zamanlarda üzerine evler yapılan küçük Sedef (Antherovitos) vardır. Büyükada’nın arkasındaki Neandros, ada bile sayılmaz, genişçe bir kayalıktır; ama bu kayalıkta da bir içe kapanık keşiş barınağının kalıntısı bulunur. Burgaz’la Heybeli arasında küçük Kaşık Adası (Pytis, yani ‘Göknar’) vardır. Daha açıklarda iki küçük ada daha görülür: Yassıada ve Sivriada. Şimdilerde Yassıada’da hummalı bir inşaat şantiyesinin yarattığı talan ve yıkımın sürdüğü biliniyor. Bunların Yunanca adlarının anlamları da aynıdır: Plate ve Oxya.

Asya Yakası’nın kıyısında, Maltepe ilçesi önlerinde kalan Dragos Tepesi, bu yer şekillerinin oluşumu sırasında ada olma fırsatını az farkla kaçırmıştır. Daha ileride, doğuda, Pendik önlerinde küçücük Pavli Adası vardı. Bu ve onun da doğusunda, Tuzla’daki Tavşan Adası yeni yapılan tersaneyle birlikte karaya bağlandılar (Tavşan Adası zaten alçak bir cezireyle karaya bağlıydı).

Adalarda yurt tutma

Genellikle Adalar’da yerleşim lodos alan açık deniz tarafında değil, karaya bakan taraflardadır. Ve elbette artık sürgün yeri değil, ama nüfus yapısının ilginç bir özelliği var hâlâ. İstanbul’un gayrimüslim azınlıkları Adalar’da yaşamayı ya da yazlarını orada geçirmeyi tercih ediyorlar. Böylece, Kınalı’da Ermeniler, Burgaz’da Rumlar, Büyükada’da da Yahudiler yoğunluk oluşturuyor. Sanatoryumu, Deniz Harp Okulu, Rum Papaz Okulu ile hepsinden değişik bir resmiyeti olan Heybeli’de ise gezerken gördüğümüz gibi Türkler çoğunlukta. Son zamanlarda güneydoğu illerinden İstanbul’a gelen Süryanilerin de Adalar’da ev almaya, yaptırmaya ya da restore ederek yerleşmeye başlamaları bu bakımdan ilginç.

Demek ki ada, azınlık psikolojisine uyan bir mekân. (Bunda da şaşılacak bir durum olmadığı açık, çok anlaşılır bir şey elbette.)

İlk buharlı vapur Adalar’a 1846’da gelmiş. Sabah Büyükada’dan İstanbul’a, akşam İstanbul’dan Büyükada’ya gelen bir vapurmuş bu. Ama onun varlığı, Adalar’ın izole edilme halini kırmaya yetmiş. Kadıköy tarafında Caddebostan, Erenköy ekseni olsun, Boğaziçi’nin iki muhteşem kıyısı olsun, daha önceki dönemlerde yazlıklarla dolmuş taşmış. Bu nedenle İstanbullular yeni yazlık yerleri aramaya başlamışlar ve böylece Adalar’da yeni konaklar yapılmaya başlanmış.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın söylediği gibi bu bahçeli konaklar biraz “sonradan görme”dir. [Batı etkisinde ve eklektik üsluptaydılar; o sıralarda (1875-1920 arası) Osmanlı’da her şeyin olduğu gibi.]

Benim bildiğim, Adalar’ın hep önde gelen ilk sevdalıları aydınlar, özellikle sanatçılar olmuştur… 19. yüzyıl sonlarında Adalar’a ilk olarak çamlar dikilmiş. (Buraları şimdi gören ve tanıyanların, yüzyıl önce bunların çıplak olduğunu tahmin etmeleri bayağı zor.) Şairler, romancılar, tiyatrocular bu çamların altında, bohem hayatlarının zevklerini yaşamışlardır.

Sait Faik’in adasının, Burgaz’ın eskiden adı Panormos imiş, yani güvenli liman. Bir dönem Antigone adıyla da anılan ada hep sessiz, sakin ve dingin olmayı başarmış.

Sait Faik “Hoş Geldin” diyor

Adaya gelir gelmez büyük ustanın heykeli ile karşılaşıyoruz. Modern Türk edebiyatımızın en önemli yazarlarından, ve benim de çok beğendiğim, öykücü Sait Faik Abasıyanık (1906-1954) burada yaşamış, adaları birçok hikâyesine malzeme yapmıştır. Şimdi evi müze haline getirilmiş, ziyaretçi akınına uğruyor.

Burgaz daha yüksek, daha yeşil bir ada konumunda. Çamlar, bir manastır ve kilisenin kalıntıları bulunan tepeye kadar tırmanıyor.

Adada ayakta duran üç Rum Ortodoks Kilisesi var. Ayios İoannis, Aya Yorgi (Ayios Yeoryios) ve tepede, manastırın kilisesi olan Hristos. Adanın doğusunda, uzun süredir Avusturya Lisesi’nin yazlığı olan “Marabetler Yeri”nde ise Katolik Sankt Georg Kilisesi yapılmış.

Gerçi biz Heybeli’de dolaşırken sözünü ettiğim gibi Adalar’a bir başka mevsimde, oğlumuz Çarli’nin de katılacağı, farklı oluşumda bir kültür gezisi düzenleyeceğimiz için adlı sanlı evleri, kiliseleri, manastırları, müzeleri bugünkü doğada taban kuvvet etkinliğimize dâhil etmiyoruz. Dolayısıyla Sait Faik’in müzesine uğramıyor, kuru ama sıcak bir selamlaşma ile yolumuza devam ediyoruz.

Farklı bir rotanın izinde

Normal şartlarda ben rıhtımın sağ kolunda kalan adı şimdi “Gezinti Yolu Caddesi” diye anılan yürüyüş parkurundan gezmeye başlardım. Çünkü adanın hemen hemen bütün yerleşim alanı bu istikamette kurulmuş durumda. Ama Eylem kızım soldan yürümeyi tercih edince sesimi çıkarmıyor onun kılavuzluğunda ilerlemeye devam ediyoruz. Adayı çok iyi bilmediği için bakalım nerelere sokacak bizi diye duyduğumuz komik vesvese içinde.

Üstelik onun akıllı telefonu ve GPS’i var ama nedense onun da canı buna başvurmak istemiyor. Ne çıkarsa bahtımıza diyerek ısrarla yörüngemizi tepelere doğru çıkan bir yokuşa vuruyoruz.

Yol üstünde tekirler eşlik ediyor yolculuğumuza…

Bu adada ne çok kedi varmış meğer.

Tırmandığımız oldukça dik bir yokuştu. Hafiften yorgunluk emareleri baş gösterse de bugünün etkinliğinde hep beraber olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.

Ancak fazla zorlamanın da alemi yok, değil mi ama?..

Tırmanışta “Bitmemiş Senfoni”

Dinlendiğimizi varsayıp yerimizden kalkıyor ve tırmanmaya devam ediyoruz. Yolda bizden başka insan yok. Etrafta çıt yok. Sadece kuş sesleri. Temiz hava, otomobilsiz sokaklar, güzel güneşli ve ışıklı bir hava ve yürünebilecek mükemmel yollar. Yağmurdan da eser kalmadı. Hava iyice ısındı ve bize kucak açan bitki örtüsü ile baş başa kalmamızı sağladı.

Ancak Emel yıllar sonra bir dilek tutup Golden çikletten çıkmış bisiklete binmiş olmanın bacaklarına ve beline verdiği acıyla gözü yukarılardan aşağılara kaymış durumda. Heybeliada ona yetmiş gibi görüntü çiziyor. Ooo, daha Kınalı’yı zapt edeceğiz, deyince, gözleri yukarıya doğru kayıyor. “Tamam,” diyoruz, “seni yormayacağız, usul usul, gidebildiğimiz yere kadar çıkacağız. İstemezsen döneriz.

Bu teklif hemen yerini buluyor: “Hadi dönelim!” Diyor.

Aslında benim sırtımdaki 20 kilo da neredeyse 40 kilo olmuş gibi. Böyle hissediyorum. Ama Aytepe, Kungul Dağı, Menekşe Yaylası, Kayaüstü Yaylası, İnönü Yaylası buralardan daha az eğimli değil ki. Bilakis, tırman babam tırman, orman gitmekle bitmiyor. İşte bunun için testler yapıyorum. Ve bir kez daha şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, tek başına 20 kilo taşımaya kalkmak manyak bir uygulama. Ne gereği var bu kadar yüklüğü omuzlara bindirmeye. Ortalama 10-12,5 kg neyime yetmiyor. Hadi bilemedin maksimum 15 kg. Esasen benim de hedefim bu doğrultuda.

Kilo ile kafayı sıyırmış, ben bunları düşünürken asfalt yolun bittiğini ve orman içine giden bir toprak karışımı, bozuk şose bir yolun başladığını görüyoruz. Eylem Çağla bir ilkyardım süvarisi gibi atılıyor, zahmetli çıkıştan pelte gibi olmuş annesine hemen yardımcı olmak için, ben şöyle önden bir bakayım yol nereye kıvrılıyor, anlamaya çalışayım, diye bir teklifte bulunuyor. Ama tahmin etmek çok güç değil. Yol ileride ya bitecektir ya da Ada’nın arka taraflarına çıkacaktır. Gerçi orman içinde toprak yollar var ama kaybolmak da cabası. Gözümüz yemiyor tabii.

Yüklü rampalara doyamamış olmanın hafifliği

Şimdi aşağıya kadar inecek ve daha önceki gördüğümüz sokağa sapıp yeni yokuşlara yelken açacağız.

Peşimize sadık dostlardan biri takılmadan edemiyor…

Nerde bir bisiklet görüyoruz, hemen sahipleniyoruz!!

Başıboş sokaklarda yürümeyi seviyoruz. Nereye gittiğini bilmeden yürümekle, bir yere yetişmek için yürümek arasındaki o büyük fark… Mutedil dalgalı bir esinti olsa da hava güzel. Baktığımız her yerde daracık sokaklar kavşaklarla diğer atmaca sokaklara çıktığını fark ediyoruz, hiç kimsenin geçmediği sokaklar bizimle hareketleniyor, bizimle neşeleniyor. Aklıma ilk gelen şey, bu terk edilmiş havası veren bahçelere ne kadar emek harcanmış olduğu ve sakinleri geldikten sonra şu tenha sokaklarda ne yapacakları?

Emel’ciğim yokuşların tükenmiş olmasından duyduğu mutlulukla yürüyüşüne saadetle devam ediyor…

Yüzümüz öykülü plajlara çevrili

Artık adanın merkezine dönme zamanı… Saatimiz 14:00’ü gösteriyor. Kınalıada’ya kalkacak motorun saatine henüz 45 dakikamız var; ancak öncesinde sahile inip mola vermek ve çayımızla bir şeyler atıştırmak istiyoruz. Ufak çaplı öğle yemeği gibi bir şey işte…

Sahile inmek için Çınarlık Sokak’tan Mavi Marmara hattının olduğu iskeleye doğru yürüyoruz. Bu arada yolda gördüğüm Cem Evi’nin yemyeşil bahçesine dalıyorum. Güzel, nezih, dingin kendi halinde bir çay bahçesi de yapmışlar. Şuradaki masalardan birine ilişeyim diyorum, ama bizimkilerin peşimden gelmediği anlaşılıyor. Bunun üzerine ben de az önce yokuşun tepesinde rastladığım posbıyıkları ağzının içine kadar girmiş Burgazlı emminin hararetle önerdiği huzurlu ve demli çay dedikodusundan vazgeçip, çay bahçesinin dışına atıyorum kendimi. Vitrinin arkasından takip eden hevesli gözlere olmadı şimdi bu hareket. Ya gir otur, oturmayacaksan girme kardeşim, değil mi! Neyse, Alevi kardeşlerime bir özür borcum var. Oradan dar bir patika yolu izlerken ekipten de ayrılmış oluyorum.

Ekip bir koldan ben diğer koldan çarşı içinde buluşuyoruz…

Burgaz’ın kıyısında bazı görece eski ahşap binalar ve birkaç keyifli balık lokantası var. En büyük bina, eski ahşap Antigoni Oteli, sonradan eskisine benzetilerek betondan yapılmış durumda.

Bu adanın da arkasında denize girenlerin tercih ettiği koylar bulunuyor; batıda Karpuzdankaya ve doğuda Kalpazankaya. Bu ikinci adını, Türkiye’de ilk kalp paranın burada yapılmasından verildiği söylentisi vardır. Son yıllarda, yoğun Rum nüfusu azalırken adadaki Yahudiler’in sayısının arttığı söylentisini de es geçmeyeyim.

Kaşık Kadar “Kaşık Adası

Burgaz İskelesi’nin karşısına düşen minicik Kaşık Adası, yıllarca, üzerinde küçük bir bina ile durup durmuştu. Bölgenin iskâna açılması Osmanlı dönemine uzanıyor. 1950 yılına kadar sürgün yeri olarak kullanılan adanın ilk mülkiyet hakkını Danon ailesi almış. Şimdilerde üzerinde sadece iki küçük ev ve basit bir iskele bulunan Kaşıkadası’nın mülkiyeti bir turizm firmasına ait olduğu söyleniyor. Bu firma, zamanında alana tesis kurmak için inşaata başlar, ancak Ada Dostları Derneği’nin itirazları sonucunda Büyükşehir Belediyesi tarafından çalışmalar durdurulur. (Oh be bazen çevre duyarlılığı namına güzel şeyler de olabiliyormuş bu ükede!) Özel mülkiyet olması nedeniyle adaya ziyaret gerçekleştirilemiyor. Ancak kayık veya motorlar vasıtasıyla denizalanı kullanılabiliyor. Maalesef Kaşıkadası’na sefer yapan herhangi bir ulaşım aracı bulunmuyor.

İstikamet havadar, kendi halinde bir mola köşesi diyerek sahil bandında restoranların kapatmadığı ve hatta üzerini çizmediği bir bankçık arıyoruz. Bakın bu kılcal söylemimle bile kaç Kıbrıslı arkadaşımın kulağını çınlatmış oluverdim birden.

Ben oldum bittim faytonlara bayılırım. Mehmet dedemden bana kalıtımsal hastalık işte…

Şimdi bu servet değerindeki mirası Emel’imle de paylaşmış olmanın erinci içindeyim…

Çayımızı yudumlar, kekimizi, çöreğimizi yumuşatırken Sait Faik’in bütün sevimli kuşları başımıza üşüşüyorlar. Biz onları lokmalarla beslediğimiz, onlar da o kaptı kaçtı, o şamatalı kavga gürültü içerisinde karınlarını doyurdukları için mutluyuz.

Bazıları öyle çığırtkan oluyor ki, zannedersiniz elinizde, torbanızda ne var ne yok alıp götürecek…

Yalan değil, çatılarda, kendilerinin belledikleri köşelere es kaza yolu düşen yabancılara zaman zaman nasıl saldırdıklarına şahit olmuştum. Denizdeki balıklara, hatta bazen kurulan öteberi masalarına, birkaç anlık insansızlığı fırsat bilip pike yaptıklarına da.

Eskiden kitaplarla ilgili düşünür, gündüz düşleri görür, felsefi kavramların ya da bir şiirin peşinde dolanır dururdum. Geldiğim nokta bu, kuşları, martıları, güvercinleri, serçeleri düşünüyorum. Yüzeyselliğin de dibi yok, bu ülkede hiçbir şeyin dibi yok, çünkü her şey gökyüzünde asılı.

İşte bir başka Ada gezintisinin de sonuna geldik. Hüseyin Rahmi’nin adasından sonra Sait Faik’in adasına da ‘hoşça kal’ deme zamanı…

Ama madem kuş seslerine tempo tutacağız, koro halinde eşlik edeceğiz, alın bizden de o sevimli kahkaha tufanımızdan bir buket hande.

Kuş sesleri…

O şarkıya boş verebiliriz. Ama bu seslere asla. Yine bir gündüz vaktinden öğleden sonrasına, gezenti ayakların topuk seslerine, ya da sırt çantasına vurulan kayışların seslerine, bir hoş seda ile yürekleri yıkayan mavimsi hatıralara boş veremeyeceğim gibi…

Eh, Burgazada’yı bir de böyle görmek varmış. Bir başka bahara; Sait Faik’in evini, esrarengiz basamaklarıyla zindanına inilen o kiliseyi, Hristos Manastırı’nı, Avusturya Manastırı’nı, Avusturya Saint Georges Hastanesi’ni ziyaret edebilir, ayrıca, Ayios Loanis adlı meşhur ayazmanın tarihi dokusunu görebilir, ve hatta güzel bir manzarayı yakalayabilmek için Bayrak Tepe’ye çıkabilir, ya da Sait Faik’in en sevdiği yerlerden biri olan Kalpazankaya’da günbatımını seyredebiliriz. Mevsiminde gelirsek balıklarının tadına bakabilir, kahvehanelerinde aylak aylak oturabiliriz. Elde bu yüzden yazılmayı bekleyen şiirsel hikâyeler kalmıyor muydu diye sorabilirim kendi kendime…

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 24.04.2017; Pazartesi

ROTA: Beşiktaş >> Heybeliada >> Burgazada (V)

Güzergâh Seyri: Beşiktaş >> Heybeliada Yürüyüş Turu >> Heybeliada Mavi Marmara Hattı İskelesi >> Burgazada (V) >> Barbaros Hayrettin Caddesi >> Adalar Sokak >> Yeni Yalı Sokak >> Çeşitli Sokaklar >> Çayırara Sokak >> Çınarlık Sokak >> Çarşı içi >> Rıhtım >> Gezinti Yolu Caddesi…

Turun niteliği: Ada etkinliği ve sırt çantalı idman yürüyüşü

Tur mesafesi: 35 km

Yürüyüş mesafesi: 9 km (Burgaz: 4 km)

Toplam kat edilen araç mesafesi: 26 km (Heybeliada-Burgazada arası 4 km)

Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs, Şehir Hatları Motor, Mavi Marmara Hattı

Toplam tur zamanı: 8 saat

Toplam yürüyüş zamanı: 4 saat (Burgaz: 1,5 saat)

[📷 Burgazada hatırası, (Nisan 2017).]

Bir sonraki “Kınalıada” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Biz Heybeli’de Bir Sabah Değirmenburnu’na Çıktık

(*) Sonraki Makale: “Ada Yokuşlarında Sessiz Bir Yürüyüşün Ardından

***…

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!