Uzun vadeli “GAZA GELDİM🚶” yolculuklarına nasıl hazırlanmalı? Dünyaya kafayı taktığımdan beri bu soru hep kafamı kurcalıyor. Yaş yirmilerde, otuzlarda, hatta kırklarda değil ki lök gibi yükün altında ezilen bedenim ertesi güne yine aynı randımanla cevap verebilsin. E, durum böyle olunca insan kara kara düşünmeden edemiyor tabii…
İyi ki zamanında “sağlam kafa sağlam bedende bulunur” aklına uyup vücut geliştirme yapmış, vücudumu kendine has ‘organik’ kaslarla donatmışım. Şimdi semeresini yiyorum. Gerçi eski güçten pek eser yok ama yine de sağlam kafamı sağlam vücudumun üst bölgesinde taşımayı başarabiliyorum.
Hiç kuşku yok yapacağım turlarda yollar hayli uzun, dik yamaçlı, engebeli, sulak ve yorucu… Eğer beden yola koyulmaya hazır olmazsa daha iki günde pes edebilir insan. Bir defa az göbekli olmak birincil şart. Tersi durumda dik tırmanışlarda göbek denilen hassas bölge bacaklara perişan vaziyetlerde yalvarır, yakarır, yarı yolda ekilmesin diye; üstelik bu tip eskalasyonlarda dostlarına yardımcı olacağı yerde bir anda gevşeyebilir ve istenmedik sonuçlara yol açabilir. Maazallah bacakların biri yerde diğeri havada bayır aşağı feci bir iniş başlayabilir, çakılışa kadar ardı ardına sürebilir bu hazin resim.
Bu yüzden ön programlarda idmanların önemi oldukça öne çıkıyor.
Eh, şimdi ben de yaptığım hazırlıklar temelinde kalkıp bir fitness salonuna yazılsam mı acep?
Hâliyle eski günlerim aklıma düşüyor…
Havlu bornozum, lastikten şıpıdık terliklerimle Belize’deyim! Belize değil tabii, Londra’nın Bromley By Bow’u. Ama parfüm karıştırılmış sabunlu kokular, okyanusa hasret bir dekorasyon, karnaval kostümlü Belizeli kızlar, rap musikisi. Havana veya Rio toprağı da varsayabiliriz. Bir nevi yakın komşuluk festival komitesi konsolosluğu sayılır yani.
Altına girdiğim squat barının dümen kumandasında içim geçmiş sevgili dostlar! Vitamin-bardan antrenman sahasına yayılan bal, zencefil, limon kokuları arasında, birisi kafama soğuk masaj yaparken, ellerimde sıcak çakıl taşlarıyla uyuyakalmışım. Allahtan halterin iki yanında asistan nöbetçi arkadaşlarım var, yoksa ben zaten çoktan Belize kumsallarında güneşe kavuşmuş olurdum.
O efsunlu yıllarda bir yandan kolejde okuyor, bir yandan fabrikada çalışıyorum. Uzun çaplı çalışma günlerinin sonunda ortaya çıkan şapşallık içinde, yorgun, bitkin, bazen sebepsizce gergin, bazen de öyle oturmuş boş boş, sabit bir noktaya bakıyorum ki aklıma demir yapılı kütlesel halterler, birbirinden güzel ağırlık makineleri, koşu bandı vesaire düşüyor. Ah diyorum şimdilerde, neden vücut geliştirme be kardeşim, neden spa, masaj, gevşeme gevşetme filan değil? Hâlbuki bana en fazla bunlar yakışırdı. Söz gelimi oturmuşum Uzak Doğu hamamında spa’lanıyorum… Sağlıklı temennilerle masaj çubuğu çiğniyor, güzelleşiyorum. Hem de hiç öyle fazladan efor harcamadan. Ağırlık kaldırıp stres yapacağıma masaj, cilt bakımı filan yaptırarak, gevşiyor ve güzelleşiyorum. Hem de bunun için haftanın aynı birkaç saatini ayırarak.
Yok, vallahi dalga geçmiyorum. Ama şansızlık işte; Bromley-By-Bow’da kafama göre bir spa salonu yok, varsa yoksa terden nasibini almış dökme demir ağırlıklar, aminoasit takviyeli vücut geliştirme, kablolu kablosuz fitness cihazları filan.
Yıllar sonra…
Havlu bornozum, havlu terliklerimle Belize’deydim! Belize değil tabii. Afyonkarahisar. Ama etrafa dominant ‘Hacı Şakir’ sabun kokuları, çinili Türkiş hamam dekorasyonu, kimonolu Afyon kızları, Dede Efendi’den Türk sanat musikisi… İngiliz Honduras’ı olarak da bilinen orta Amerika toprağı diyebiliriz. Ha Belize ha Afyon. Öyle demeyin. Bir nevi elçilik sayılır yani.
Maslahatgüzar münasebetleri aşkına bu makaleyi tazyikle yazmamı dürtükleyen rüya ise dün gece uykuma konuk oldu. Hakikaten Belize gibi bir yerdeyim. Onun için taktım buraya. Önce ananas, portakal, greyfurt karışımlı bir içki kokteyli, belki de saf zencefilli limonata, her ne ise, ikram ediyorlar. Nefis mi nefis. Rüyamdan uyanmadan geç kalmasam kesin tarifini alırdım ama, yok işte yok! Ara ki bulasın böyle bir tadı bir daha!
Ah bu arada, bizim Belizeli kızlar tanıdık çıkmaz mı!
Neyse konudan fazla uzaklaşmamak adına bunun detayına girmeyeyim şimdi…
Saplantı yapıp aklımdan geçirdiğim, idolüm sırt çantası figürüne baktıkça kendimden oldukça emin görünen bir tavır takınıyorum. Behey, diyorum kendi kendime, ben şimdiye dek ne ağırlıklar kaldırdım, bu da bir şey mi?
Lakin az sonra içine yerleştireceklerimi düşünüyorum. Üstüne üstlük daha önce defalarca seyrettiğim, birbirine benzer adlarla akraba olan iki doğa filmini tekrar izliyorum: Wild (Yaban) & Into The Wild (Özgürlük Yolu); fikrim tek seferde, cartadak değişime uğruyor. Asabiyet sarıyor bedenimin her tarafını. Tüylerim diken diken oluyor. Böyle bir çanta ile insan dünyaya açılacak ha, vay canına!
Her ne kadar tam donanımlı, kusursuz fitness salonlarının fizik güçlendirmeye katkı sağlayacağını bilsem de bugünlerde sabit bir yerleşim düzenim olmadığından bu seçenekten vazgeçiyorum hemen. Tercih hakkımı önüme getirilen daha Laissez faire önerilerin birinden yana kullanacağım.
İşin doğrusu fiziksel dayanıklılık mevzubahis olunca öyle aman aman içler acısı bir durumum söz konusu değil. Bilakis hâlâ arzu ettiğim ağırlıkları kafama göre deneyebilirim. Mesele halter kaldırma olmayıp kondisyon artırma olunca gidişat biraz farklılaşıyor. Ancak nereden bakılırsa bakılsın endorfinleri salmak ve bağışıklık sistemini hızlandırmak için egzersizler yapmak son derece önemli.
Diyelim bir “gym” kulübüne üye olmaya karar verdim. Böyle bir salona girdiğimde benim gözüme hemen şu performans harikası makineler takılırdı: 1- Koşu Bandı (Treadmill); 2- Bacak Pres (Leg Press); 3- Sırt Kasları (Lat Pull Down); 4- Göğüs Kasları (Chest Press); 5- Squat…
KOŞU BANDI
Isınmak, bedenen formda olmak ve dayanıklılığı artırmak için 0% eğimle düz koşu yapılabilir. Mesafe seçimi kişiye göre değişebilir. Söz gelimi ben 30 dakika koşardım. Zamanımı çoğaltmak yerine hızımı iyice artırırdım. Belirli bir programdan sonra zamanımı 5-10 dakika artırırken, hızımı keserdim. İyice ısındıktan sonra bandı keskin bir eğriye getirip yürümek şart. Ben 10% eğimde yaklaşık 10 dakika kadar yürürdüm. Bu iş bittiğinde baldırlarda acayip bir yanma hissi oluşur ve alışık değilseniz ertesi sabah nakavt olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ama merak etmeyin bünye alıştıkça ağrılar azalacaktır…
BACAK PRES
Diğer bir deyişle Leg Press bacaklardaki bütün kasların çalışmasını sağlayan mükemmel bir egzersizdir. Kalçalardan dizlere, oradan bileklere kadar yayıldığını hissedersiniz. Ama sırt çantalı turların vazgeçilmezi ağır bir sırt çantası taşıyabilmek için bacakların kuvvetli olması kaçınılmaz. Bir ağırlık seçmeli ve 12 tekrar yaparak başlamalı. Eğer 8 tekrar yapıyor ve daha fazlasını kaldıramıyorsanız, ağırlığınız oldukça fazla olduğundandır. Ben 15 tekrara ulaştığımda ağırlığın da her seferinde 5’er kilo artırılmasına izin verirdim.
SIRT KASLARI
Lat Pull Down makinesi sırt kaslarına odaklanan bir alettir, fakat omuzlar ve kollar da aynı oranda çalışırlar. Tıpkı leg press makinesindeki egzersizler gibi ağırlıklar artırılabilir. Önemli olan sırtın tamamen dik durması ve barın çene hizasına kadar çekilerek getirilmesidir. Omuzlardan aşağıya indirmek gereksiz bir iştir. Yukarı harekette ise ani çıkışlarla değil, kolların yavaş hareket etmesi ve düz olana kadar, egzersizin tekrar edilmemesi gerekir.
GÖĞÜS KASLARI
Eğer sırt kaslarını göğüs kaslarımız gibi aynı yoğunlukta ve frekansta çalıştırmazsak adale dengesizlikleri meydana gelecektir; bu da beklenmedik bir hasara daha yatkın olmamızı sağlayacaktır. Açıkçası ‘chest press’ egzersizleri göğüs, omuzlar ve triceps kaslarını güçlendirmeye yarayan idman faaliyetleridir. Ayrıca nefes alış verişlerimiz her makinede olduğu gibi burada da önemlidir.
Squat antrenmanı meselesine az sonra değineceğim…
Fakat şimdi aklıma Antalya’nın çağlayanlar içindeki balık restoranları geldi. Yemek yemenin sırt çantalı seyahatler için önermekte olduğum idmanlarla ne alakası var diye sorulabilir haklı olarak.
Gayet tabii yok.
Başlarken spa’dan girdik meseleye ya, biz ailecek en harbi spa tecrübelerimizi yaklaşık 20-25 yıl önce keşfettiğimiz Antalya akarsularında kiremitte, güveçte alabalık yer, buz gibi biraları boğazımızda damıtırken edinmiştik. Yemek işi elbette ayrı. Oysa burada önemli olan saf akarsuyun içinde konuşlanmış yemek masamızda zıkkımlanırken yaptığımız sportif eylem türüydü. Hangi mevsim olursa olsun bizim gibi çılgınlara fark etmezdi. Masamızın altında meseleye burnumuzu sokar gibi illa çıplak ayaklarımızı dizlerimize kadar suların içine gömüyor ve köpüklü nehir suyunu ayak parmaklarımızla karıştırırken küçük balıklar tarafından tatlı bir masaja tabi tutuluyor, spa’nın en mükemmel hazzını yaşıyorduk.
Ulupınar’la başlayan serüvenimiz nerelere kadar uzanmamıştı ki? Göynük kanyonu, Dim çayı, Çakırlar Çandır çayı, Geyikbayırı derken Köprülü Kanyon, Düden, Kurşunlu, Karacaören, Sapadere kanyonu vesaire vesaire… Hepsinin ortak özelliği spa’lı hizmette geri düşmeyen balık+rakı+roka üçlüsü…
Malum, bir de Gökova’nın Akyaka’sını anmadan geçemeyeceğim…
(Hem de o en ıssız ve güzel vakti zamanında.)
28 yıl önceydi. Her Türk çifti gibi, ben de eşimle beraber balayı için pekâlâ Belize’yi tercih edebilirdik. Etmedik. Biz ne yaptık, Eşref yoldaşımın ağzından bal damlayan takdirnameli önerisiyle Gökova’ya indik. Yeminle hem de iyi kötü iki büyücek sırt çantamızla. Üstelik o zaman dedik macera olsun değsin balayına. Atladık Sarayburnu’ndan gemiye doğru Bandırma’ya. İndiğimiz limandan gece treniyle İzmir Basmane’ye. Oradan yakaladığımız otobüsle Gökova’ya. Otobüs Marmaris’e devam edecek, bizi Akyaka kavşağında silkeledi. İndik. Her yerde in cin top oynuyor. Çam ağaçlarının ebedi kuşatması altında ortalığı kaplayan cırcır böcekleri sesinden başka bir insan müsveddesi dahi ortalıklarda görünmüyor. Sadece derme çatma bir durak var.
E, o zaman fikir savunması yapıyoruz, durak varsa bizi aşağıya götürecek bir vasıta da vardır. Tabi o yıllarda Akyaka beldesi, Gökova harbiden yeryüzü cenneti. Keşfedilmemiş, bozulmamış, taş üstüne taş binmemiş, yemyeşil cennet bir vatan.
Ah, işte bir özel araç geliyor. Durduruyoruz ama ufacık otomobilin içi kıyamet gibi insanla dolu. Burası Türkiye. Herkes üst üste yolculuk edebiliyor. Neyse, yolun aşağısının pek uzak olmadığını söylüyorlar bize; bir de iyilik yapıyorlar, aşağı varınca bize bir taksi yollayacaklarmış. Namuslu insanlarmış vesselam. Sözlerinde durduklarını ayağımıza kadar gelen sarı taksiyi görünce anlıyoruz. Merkez meğer ne kadar yakınmış. Bilseydik yürürdük der gibi bakıyoruz birbirimize… eşim ve ben…
Sürprizler devam ediyor…
Akyaka köyünde bir tanıdık yüz bulur muyuz diye aval aval bakınıyoruz. Nereden bulacağız? Laf ola beri gele. Kumsala sıfır bir pansiyona öğrenci fiyatına yerleştikten hemen sonra kumlara yayılmaya gidiyoruz. Aslında kumu oldum bittim hiç sevmem. Ne o çıtır çıtır öyle! Keşke çakıl taşları, midye kabukları filan olsaydı diye iç geçiriyorum. Sonra eşimin taciziyle denize saldırıyoruz. Aaaa, bu deniz değil resmen spa. Babıl babıl köpük fışkırıyor dipten. Sanki jakuzide beyaz köpüklerle dans ediyoruz. Ne enteresan. Suyun içinde belden üstümüz pişiyor, belden aşağımız üşüyor. Sıcak soğuk su birbirine karışıyor. Meğer dibe karışan çevrenin Azmak suyu imiş.
O gün hava kararınca ciğer gibi yandığımızın resmini görüyoruz odamızın aynalı dolabında. Yoğurtlansak mı acaba diye sorgulayıcı bir bakış fırlatıyorum eşime. Iıııııı diye bir tuhaf ses çıkıyor gırtlağından. Tamam, tamam. Ben küçükken böyle deri tedavi muamelesi yapardı büyüklerimiz, ne bileyim mide kaldıracağını.
E, ben şimdi nereden bulacağım iştah açıcı bir mönüyü? Bugünkü zaman olsa hadi neyse. Bulurdum bir hindistancevizi, sütüne karıştırırdım fındık parçalarını, eh belki biraz da hıyar doğrardım üstüne, yetmedi avokadolu bal ile bulamaç yapar nemlendirici ilacımızı hazır ederdim. Yok ki bir açık büfe, anasını satayım. Ne bir masaj odası, ne bir kuaför. Sadece kocaman bir çay bahçesinden ibaret kumsal eğlentisi. Bar bile yok. Tek yükselen klâsik ses Yücelen otelin denize nazır bahçesinden geliyor.
Olsun ciğer rengine dönüşmüş derimiz önünde sonunda iyileşir. Biz havamıza bakalım. O gece nasıl derin uyku çekmişiz anlatamam. Olacak işte; rüyamda kahve içiyor, muhallebiye benzer pirinç unu süt karışımı bir bulamaçla vücut bakımı yapıyoruz. Bütün vücut vıcık vıcık. Ama şahane kokuyor. Ulan insan düşünde bile acayiiip koku alabiliyor. Bu benim en büyük meziyetlerimden biridir. Ne görürsem göreyim bayağı canlı yayın gibi görürüm. Bizatihi yaşarım yani.
Yaşasın Akyaka kültürü!
Sabahleyin bir serinlik… İnsanın uyanası gelmiyor… Muhteşem ötesi!
Spa, masaj, Belize, Havana, Rio, Akyaka, Gökova bir tarafa sırt çantalı “Doğada Tabana Kuvvet” turları başka yana. İşin özü şu: yolculuklar esnasında yanı başımda bir sıpa, katır, deve, beygir olmayacağını varsayarsam ve yükümü benden başka iyi niyetli birine taşıtıp hamallık ettiremeyeceğime göre benim şahsen yıllar içinde güç kaybeden bacaklarıma yeniden protein takviyesi yapmam zorunlu. Bunun için de mutlak surette makineli spor yaşantısına ihtiyacım yok. Zira vücut geliştirme, performans düzeyi artırma, fitness, mevzuunda spor akademisi mezunu hocalar kadar bilgiliyimdir vesselam. Sadece gençlik yıllarım boyunca spor salonlarını aşındırdığım için değil tabii. Ayrıca aile şirketi kurup beş yıl boyunca fitness salonu işletmeciliği de yaptığımızdan. Edirne’de başlayan faaliyetimiz Alanya’da sürmüş nihayet Antalya’da tamamına ermişti.
Spor salonlarına gerek yok, sen yeter ki iste…
Evet, tecrübeme dayanarak kesin olarak söylüyorum. İnsan spor salonuna gitmeden de turneler için kendisini hazırlayabilir. Ben böyle yapıyorum. ‘Nasıl yapıyorum’u kısaca anlatayım.
Ön ve arka uyluklarımı çalıştırdığım tek-bacak squat idmanları bir numunelik olabilir. Sol elimi bir duvara dayıyorum, sağ bacağımı arkaya doğru kıvırıyorum. Ki sol bacağım üzerinde dengemi kurabileyim. Sonra sol bacağımı hafifçe kırarak vücudumun yavaş bir şekilde yere doğru alçalmasına yardımcı oluyorum. Bir süre çökük vaziyette bekliyor ve yine yavaş hareketlerle ayağa kalkıyorum. Hareketi bacakları değiştirerek tekrarlıyorum. Ayrıca uzun sopayla otur kalk squat egzersizleri çok faydalı.
Spor salonundan kalma step tahtalarımız vardı; şimdi ara ki bulasın. Kim bilir hangi mezbahaya kaldırdık. Neyse hiç önemli değil. Makinesiz bir dünyada çareler tükenmez. Buluyorum bir kaldırım, olmadı bir merdiven basamağı. Tıpkı merdiven çıkar gibi, hip hop yapıyorum. Step dansı eşliğinde hareket eden uyluklar ve baldırlar muazzam bir uyumla çalışıyorlar. Yalnız bir de çevreden geçenler “Ne yapıyor bu deli?” gibisinden bakışlar fırlatmasalar daha rahat edeceğim ya!
Bacaklar böyle… Gelelim sırt bölgesi ve omuzlara… Omuz hareketleri oldukça faydalı, hem kireçlenmeyi önlüyor hem de sırt kaslarını tembellikten kurtarıyor. Kol kasları ise bir dumbbell sayesinde daha etkili gelişebiliyor elbette ama buna imkânım olmadığı durumlarda mutlaka bir çözüm buluyorum. Hiç olmadı diyelim, şınav ve çocuk parklarındaki barfiks ne güne duruyor?
Her şeyden bir nem kapacak halim yok…
Esneme ve germe hareketlerini uzun uzun anlatmaya ihtiyaç bile duymuyorum. Onlarsız güne başlanmıyor ki!
Bununla beraber ne dersem diyeyim, ne yaparsam yapayım ‘hiking’ üstüne kuvvetlendirici bir mesir macunu tanımam…
Sırt çantalı doğa yürüyüşlerine hazırlanmak istediğimde gerçekten pratiğini uygulayarak antrenman yapmaktan ideali yok! Bunun için işe ufak çaplı yürüyüşler ile başlıyorum. İstersem bir parkın çevresinde, istersem bir sahil yolunda, bir kumsalda, bir ormanlık alanda ya da kendi boyunu aşmayan bir tepelik bölgede. Ve hatta tempo artırdığım uzun yürüyüşlerde. Tabi kulakta hoparlörler, gözlerde güneş gözlükleri, yola uygun şarkılar dinleyerek bomboş vaziyetlerde değil. Mutlaka içi ağzına kadar tıka basa doldurulmuş sırt çantasıyla. Malum adaptasyon süreci denen şey böyle bir şey…
Ama siz siz olun, vücudunuz ham ise yapacağınız her idmanı planlayın ve birden yüklenmeyin kendinize. Oflayıp, puflamak yerine, yavaş yavaş, ağır ağır, sindire sindire yükseltin egzersizlerinizi, ağırlıklarınızı. Başlangıçta yüklü gelen her şey zamanla hafifleyecek ve siz bile buna şaşacaksınız.
Yoksa maazallah 1 ay ağrılardan dolayı kalkamazsınız yataktan…
Şahsen yaratıcı enerjimin bağlı olduğu, hırs, haraza, gerginlik, saldırganlık gibi duygular yıllar içerisinde törpülendi, yok oldu. Bugünlere gelene kadar çok eziyet ettim bedenime, farkındayım. Oysa 2017 miladıyla birlikte artık yepisyeni bir sözleşmem var çalışan organlarımla. Asla yormuyorum, yormamaya çalışıyorum kendilerini. Çok iyi anlaşıyoruz. Ne diyeyim bunca tecrübeden sonra pelte gibi, şeker, şurup gibi bir insanım artık.
Gelgelelim baş edemediğim tek bir konu kaldı; şu masaj merakı… Ama illa Belize, Havana ya da Rio olmalı. Uzak Doğu kültürü de olabilir. Oralarda işlerini biliyorlar. Tek korkum bu merakımın benim hiking kariyerimi bitirecek olması; bakalım ne zaman!
İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,
Gezenti Şeref
***…***